Mantar

Aykut Dalyan

 

       Orta okula gidiyordum. Almanca dersiydi. Giydiklerimizi tarif ediyorduk. Siyah kelimesi için "schwartz" yerine "black" dedik. Bunun üzerine öğretmen, bize "mushroom" demeye başladı. Sonradan öğrendim ki, "mantar" demekmiş.
       O günden beri bu kelime iliklerime işledi. Hayatimin her döneminde, değişik biçimlerde karşıma çıktı. Lisedeydim, coğrafya dersiydi, Saroz Körfezi'ni haritada gösteremedim. Öğretmen; "Sen bu sıraya sınıf geçerek mi geldin yoksa orada bittin mi? Diye sordu, "bittin mi" lafına gocundum, kendimi mantar gibi hissetim. Aynı durum üniversitede de devam etti. Derse biraz geç kalmıştım, anfının girişindeki sıraların birine oturuverdim. Arkası sınıfa dönük profesör "Sonradan anfiye doğan, hemen dışarı çık!" dedi, "doğan" lafına taktım yine mantar gibi hissettim. Askerdeydim, atış talimi yapıyorduk, atışlarımın hiçbiri hedefi bulmadı. Komutan, "mantar tabancası değil elindeki, tüfek" diye çıkıştı.
       Babamın gayretleriyle memuriyete başladım. Çok çalışkandım. Bütün günün işi henüz öğle üzeriyken bitiriyordu, sonra koltukta boş boş oturuyordum. Bizim buralara nadiren düşen memurlardan, doğrusu, memurelerden biri bana, "Bu küflü odada o koltuktan mı çıktın?" dedi, her kelimesiyle mantarı tarif ediyordu.
       "Bu olay artık son olmalı" kararını alıp, daha üretken olmaya karar verdim. Ne yaptığını bilmezlikten, yan odaların işine el atmaya başladım. Dairede verim anormal arttı, tabiki arkamdan da dedikodular... Hele bir de müdür bana "Canın sıkkın galiba, birkaç gün dinlen" demez mi. Çaresiz, izin kullandım. O günlerden biriydi, memure arkadaşı gördüm. Biraz lafladık, çay içtik. Dayanamadım, "İşi bitince sen ne yapıyorsun?" diye sordum. "Gel bir gün izle" dedi.
       Tatil sonrası ilk mesayi günümde onun yanında aldım soluğu. Bu odadaki herkes, nadiren şehrimize gelenlerdendi. Haklarında çokta hoş şeyler söylenmezdi. "Rahat dursalardı da sürülmeselerdi" diye diğer memurlar çok kızardı. Baktım ki, işleri bitince gazete, dergi, kitap ne bulurlarsa okuyorlar. Sonra bunları takas edip, herkes okuyunca tartışıyorlar. "Ya hu! İnsan böyle çalışmayla üniversite hocası olur." Ben de onlar gibi yapmaya başladım. Yetinmeyip masama bir japon balığı aldım, pencereleri her sabah açıp odayı havalandırdım, denizliklere de rengarenk çiçekler yerleştirdim. Bende ki değişiklikler her zaman burada olan memurlar tarafından garip karışlandı. Yeniden arkamdan konuşmalar başladı. Olayın, nadiren buraya düşenlerin işi olduğuna karar verildi. Umrumda bile değildi söylenenler. Haz almaya başlamıştım yaptıklarımdan. Hatta şiir bile yazıyordum. İş çıkışlarında o memurenin yanında alıyordum soluğu, elbette bir ismi vardı; ama insan biraz zor itiraf ediyor hissettiklerini, hani kocası da var, konuşa konuşa durağa kadar gidiyorduk.
       Eve de yansıdı değişiklikler. Elbette konuya komşuya da... Anneme "biran önce evlendir bu çocuğu " telkinleri artmış, her akşam kafamın eti yenir olmuştu. Dayanadım, bir hafta sonu kıydılar nikahımı. Nikah şahidim, o memurenin kocasıydı. Çok geçmedi hanım da alıştı, okumaya. Annem, evcek delirdiğimiz kanaatine varmış olacak, bu defa ayrılın diye tutturdu. Yok ayrılmadık. Allah bağışlarsa çocuklarımız bile oldu.
       Ben okuyordum, yazıyordum, boş zamanımı buraya nadiren düşen memurların odasında geçiriyordum, öylece yaşayıp gidiyorduk. Tam bu sırada babamın da katkılarıyla, müdürümüzün emekliliğinin ardından yerine atanıverdim. İlk iş, bütün odaların denizliklerine çiçekler dizdirttim, uzun koridorumuza büyükçe bir akvaryum koydurttum, evrak deposuda dahil olmak üzere daireyi baştan sona yıkattım. Her yer pırıl pırıl oldu. Sonraki günlerde mustahtemler bana temizlediklerini söyleyip işten kaytarmışlar. Binamız ahşaptı ve zaten küf vardı. Şimdi toza toprağa rutubette eklenince mantarlar olur olmaz yerden çıkıverdi. Devlet malı öyle güzel kullanılmıyor bu ülkede. Herkes kırıyor, yıkıyor, temizlemiyor da. Çalışanların sağlığı tehlikede diye korktum, İl Sağlık Müdürlüğü'ne haber verdim. Geldiler incelediler, bizim iş yeri de böyle deyip gittiler. Şaşıp kaldım. Aklıma nadiren buraya düşen memurlar geldi. Belki bir çaresi vardır diye çağırdım odama. O sizin bildikleriniz değil, onlar nasıl oldu bilmem bizim müdürce yollanmışlardı. Geldiler, oturduk, konuştuk; ama ne konuşma, bana bir güzel veryansın ettiler, sanki onları düşünmüyormuşum gibi kızdılar. Elden birşey gelmedi. "mantar müdür" olarak emekliye ayrıldım. Okuduklarım yazdıklarım boşa gitmesin diye emekli ikramiyesiyle şiir kitabımı bastırdım. Bende hakları vardır diye eski dostlara da yolladım. Kitabın ismini de başıma gelen bir olaydan dolayı babam koydu;
       Bizim çocuk biyolojiyi bitirdi. Hani biraz bana benzer. Kimin kimi bitirdiği şüpheli. Dedesinin gayretleriyle memuriyete başladı. Ancak kır bayır kanına işlemiş, iş çıkışında oralara gidiyor. Bir akşam yemek yiyoruz, hayatımda tatmadım öylesini; ama benden başka bir bizim çocuk yiyor. Hanımla küçüğe niye yemiyorsunuz diyorum, karnımız tok diyorlar. Bir tabak bir daha derken tam üç tabak götürdüm. Bizimki bir güzel yoğurtlayıp yedi. Ben öyle sevmem. Herşey kendi tadında olacak. Bir saat geçmedi, bende bir baş dönmesi, bir ateş, bir ter... Kendime geldiğimde hastanedeydim. Burnumda iki hortum, kolumda serum vardı. Midemi yıkamışlar. Besin zehirlenmesi teşhisi koymuşlar. Ertesi gün taburcu oldum. Evde çıt yok. Bizim çocuk geldi, belli çok üzülmüş. "Baba, kusura bakma" dedi. "Onları" kültür mantarı" sanmıştım"! 

 

öyküden bir bilet:gidiş-dönüş