 |
 |
 |
 |
 |
|
 |
 |
 |
 |
 |
Eski ile Örtüşen “Yeni
Sadık Aslankara
|
Bu başlık altındaki çalışmama dayanak oluşturan öykü yazarlarını ve öyküleri,
hangi ölçütlere göre seçtiğimi açıklamam gerekiyor ilkin.
Öykü kitaplarına değil, öykü dergilerinde yayımlanan öykülere yaslandım bu
çalışmada. İki nedenle yaptım bunu:
1. Henüz kitap yayımlayamamış yazarları da dikkate alabilmek için;
2. 1990'larda yazınımıza yaptıkları değerli katkılar, kazandırdıkları açılımlar
nedeniyle öykü dergilerine, çalışmalarında destek sağlamak için!
Burada bir başka noktanın daha altını çizeyim. "Günümüz Türk Öykücülüğü" kavramı
İçinde, baştan bu yana verimlerini sürdüren yazarlarımızı değil, yalnızca 1990'larda
ürün vermeye yönelmiş genç yazarları öne aldığımı belirteyim. Yani iyice daraltıyorum
açıyı. Hatta belki de on yılla sınırlandırıyorum. Bu yüzden 1990'lar boyunca
genç Türk öykücülerinde gözlenen yeni açılımlar ve estetik açılımlara değgin
ipuçlarını içerecek bu çalışma.
Şunu da eklemeliyim: Genç yazarlar derken, 1960'tan bu yana doğmuş yazarları
aldım ben. Böylece "genç öykücüler" sınırı içine, yaşı en çok "kırk"a varmış
öykücüler girdi kendiliğinden.
Bu yelpazenin, ilk ağızda çok geniş tutulmuş olduğu da savlanabilir belki.
Ne ki, 1990'larda öykü verimleriyle yazınımızı süsleyen aşağıdaki genç öykücüler
listesi incelendiğinde, bunların en gençlerinin doğum tarihinin ancak 1981'e
gelebildiği görülecektir. Yani kırk yıl, 1960-1981 yılları arasında doğmuş öykücülerle
sınırlandırılmış bir dilimdir.
Peki neden 1960 sonrası?
Birkaç nedeni var bunun:
1. Bir kez bu dönemin öykücüleri, ürünlerini ortak bir zaman diliminde vermiştir.
Gerçi 1960'a yakın doğumluların bir bölümü, 1980'lerde de öykü yayımlamıştır
ya, bu tarihler arasında doğmuş genç öykücülerin, ortaklaşa üretimde bulundukları
yıllar daha çok 1990'lardır.
2. 1980'lerdeki öykü verimi, 1960 öncesi doğumluların egemenliğinde gerçekleşmiştir.
Bu öykücüler, ya doğrudan 1950 kuşağından el almıştır ya da 1968 kuşağı çekirdeğinde
geniş bir zaman dilimine yayılmıştır. Bir başka deyişle 12 Eylül'de yaşanan
toplumsal değişim, sonrasında süren dönüşüm yılları, öykü yazınımıza tam anlamıyla
yansımamıştır. Bunun yazınsal yansıması, ancak 1990'lardaki öykü verimiyle çıkabilmiştir
ortaya.
3. En yaşlısı ancak kırkına ulaşmış bu yazarla, 1990'lar boyunca gençlere en
yakın durabilecek insanlar olmuştur.
4. Böylece, bu farklı grupların yönsemesini topluca değerlendirme olanağı ortaya
çıkmıştır.
Şimdi yararlandığım öykü dergilerine; buralarda öykü yayımlamış genç öykücülere,
bu yazarların öykülerine geçebiliriz artık.
1990'ların ortasında, o tek kişilik okul Mehmet Fuat'ın çaktığı kıvılcımla
dört ayrı öykü dergisinin yayımlandığı görülüyor: Adam Öykü, Düşler Öyküler, Fayton Öykü,
Üçüncü Öyküler. Düşler Öyküler, nisan 1996- aralık 1998 tarihleri arasında 9
sayısının ardından, Fayton Öykü ise ocak 1998'deki tek sayısıyla yayın yaşamını
noktalamış bulunuyor. Adam öykü, kasım-aralık 1995'ten, Üçüncü Öyküler'se yaz
1998'den bu yana yayın yaşamını sürdüren öykü dergileri. Bu çalışmamda ben Adam
Öykü'nün kasım-aralık 1995, kasım-aralık 1999 arasında yayımlanan 25; Düşler
Öyküler'in nisan 1996- aralık 1998 arasında yayımlanan 9; Fayton Öykü'nün tek;
Üçüncü Öykülerin de yaz 1998-yaz 1999 arasında yayımlanan 5 sayısındaki öyküleri
örnek aldım kendime.
1990'ların ikinci yarısında yayımlanan söz konusu öykü dergilerinin toplam
kırk sayısında, 1960 ve daha yukarıda doğumluları şu şekilde sıralayabiliriz:
Ahmet Sait Akçay, Şener Aksu, Funda Aksüt (1963), İlhan Alemdar, Erdal
Ateş, Pınar Eryaşar Aymaz, Eren Aysan, Ercüment Aytaç (1965), Nalan Barbarosoğlu
(1961), Tarkan Barlas (1970), Başar Başarır (1970), Mehmet Batur, Çiğdem Bayraktar,
Merih Doğan Baysal, Nurdan Beşergil (1971), Bürçin (Bürçin K./1966), A. Celil
C. (Celil Civan), Derya Cebecioğlu, Kadriye Cesur, Arda Çalık (1968), Afşar
Çelik, Behçet Çelik İnan Çetin, Sedat Çilingir, Mustafa Tabakbaşı, Doğan Demir,
Mehmet Demir, Aynur Demircan, Nuri Demirci, Mehmet Demirgüneş, Didem Dilmen
(1981), Şakir Doğan (1968), Fikret Doğan, Faruk Duman (1974), Berna Durmaz,
Aslı Erdoğan (1967), Ahmet Erözenci, Adem Eryürük, Yeşim Eyüboğlu, Halil Gökhan
(1967), Ege Görgün, Murat Gülsoy, Deniz Gunal, Seçkin Gündüz,Atilla Güner, Ayşen
Güner, Ayşegül Gürdal (1963), Egemen Güvenışık, Yıldız İlhan, Müge İplikçi (1966),
Konuralp İren, Çağrı Kalaça, Sanem Karagöz, İlker Karakaş, Karin Karakaşlı (1972),
Taner Karakoç, Yılmaz Karaman, Eray Karınca (1960), Sema Kaygusuz (1972), Müjgan
Kayserli, Esin Kılıç, Dost Körpe (1972), Berna Kutlar, Miyase, Belgin Özcan
Ökmen (1963), İdil Önemli, Almıla Özdek, Sevil Özgül, Kaan Özkan, Hasan Özkılıç,
Hamdi Özyurt, Tanseli Polikar, Nuri Sağlam, Mustafa San (1970), M. Kemal Selçuk
(1971), Akın Sevinç, Murat Sohtorik, Zeynep Sönmez, Attila Şenkon (1962), Gülay
Talaslı, Şule Tankut (1976), Zehra Tırıl, Semra Topal (1964), Sezin Tosunkara,
Erkan Tuncay, Ayfer Tunç (1964), Hasan Tüfekçi, Hülya Uçar (1969), Fuat Uğur,
Hasan Uygun, Saliha Yadigar, Murat Yalçın (1970), Hürriyet Yaşar (1961), Şerafettin
Yıldız, Ahmet Yıldız (1960), Eylem Handan Yılmaz, Kadir Yüksel (1968), Niyazi
Zorlu.
Bu 99 genç öykücünün, yayımlanmış toplam iki yüze yakın öyküsü söz konusu.
Öykü dergilerinde yer alan bu öykülerin, anılan dergilerin yayın yönetmenlerinin,
varsa yayın kurullarının seçiciliğini yansıttığı savlanabilir. Doğru. Ancak,
kimi genç öykücülerin 2, hatta 3 öykü dergisinde birden yayımlayabildiğini de
göz ardı etmemek gerekiyor! Örneğin Nurden Beşergül'ün öykülerine 4 öykü dergisinin
hepsinde de rastlamak olası. Bu, yanılmıyorsam, belirleyicinin yayın yönetmeni
olduğu denli, öykücünün kendisi olduğu gerçeğini e çıkarıyor ortaya...
Öykü dergilerinin, özellikle 1990'ların ortasında büyük yükseliş gösteren öykücülüğümüzü,
hem niceliksel olarak tırmanışa geçirdiği, hem de genç öykü yazarlarını nitelikçe
yoğurup beslediği anlaşılıyor. Çalışmamı, öykü dergilerinde yer alan öyküleri
dikkate alarak yapmamın nedenlerinden biri de bu kuşkusuz.
Ama adlarını verdiğim bu genç öykü yazarlarındaki "yeni arayışlar"a ve "estetik
yönsemeler"e girmeden, çuvaldızı kendimize batıralım istiyorum ilkin.
Bizler, genç öykü yazarlarıyla gereğince ilgileniyor muyuz dersiniz? Gereğince
ilgilenmek; eğer, elimize sopa alıp bir öykücülük konservesinin sınır bekçiliğini
yapmak anlamına geliyorsa, evet, ilgileniyoruz, hem de fazlasıyla...
Gençlerine düşmanlık duyan bir toplum olduğumuz söylenmez mi öteden beri? Yazarlarımız,
sanat.ılarımız da bundan payını alıyor demek ki. Gidip gelip genç insanları
hırpalamaya yönelişmizi başka nasıl açıklayabiliriz ki? Bilinçsdizce de olsa,
gençken çektiğimiz sıkıtların, acımasızlıkların öcünü almaya yöneliyoruz galiba
onlardan. Anne-baba olduğumuz da çocuklarımızı, profesör olduğumuz da asistanlarımızı,
komutan olduğumuz da astlarımızı, yazar olarak ünlendiğimiz de de, henüz ünlenmemiş
genç yazarları ezmeye yönelmiyor muyuz?
Genç yazarlar, kendilerini, bizlere okutmayı beceremiyor, ya da bizim beğeni
düzeyimize, anlayışımıza seslenemiyor olabilir; onlar okutamasa bile, bizim
onları okumaya çalışmamız, kendimizi zorlamamız gerekmez mi?.. Zaten onların
bizden, tek isteği bu: yazdıklarını okumamız! Onlar, diklenen kızımız bizim,
efelenen oğlumuz; onları sevmeyeceksek kimi seveceğiz Tanrı aşkına!
Çuvaldızın ilki usta yazarlarımızaydı; Öteki, eleştirmenlerimize... Şu bizim
eleştirmenlerimiz, eleştirilerinde gençlere, ne oranda yer ayırıyor dersiniz?
Hesap ortada: Gençlere ayırdıkları yazıların sayısını, tüm eleştirilerinin toplamına
oranlasınlar görsünler kendi gerçeklerini!
Gelelim kendilerine... Peki bu genç öykücüler ne yapıyor? Çalışmamın başlığına
dönerek sorayım: "Yeni"ye yönelik nasıl bir arayış içinde görünüyor bu yazarlar?
İnsanoğlundaki "yeniye yöneliş isteği" ile genç öykücülerde kendini gösteren
yeniye yöneliş ne oranda örtüşüyor birbiriyle?
İnsana yönelişi hep "yeni"ye elbette, bundan kuşku duyulabilir mi? Yalnız insanın
mı? Tüm canlı varlığın yönsemesindeki gizil anahtarı değil midir yeni? İnsan,
yeni ye yönelmekle kalmaz, kendini yenileştirmek için de didinir üstelik. Yeni,
olmuş bitmiş değil, gelecektir çünkü. Varolanın diyalektik zorunluluğudur yeni.
Hiçbir güç, bu diyalektik zincirden ve akıştan soyutlayamaz kendini. Hep ona
yönelir, ona doğru evrilir..Bu yüzden yeni bitmez, yeni sonsuzdur. Eskiyen,
"eskimeye yüz tutmuş yeni"dir bir bakıma. Olan biten de, yeninin hallerinden
ibarettir belki yalnızca.
Ama değerler söz konusu olduğunda, zaman zaman eskinin önünde de çıkarır bu
olgu bizi. Bu, korunmuş eskinin yinelenişi değildir de, bozulmuş eskinin yenilenişidir.
Bu yüzden yeni olmaklığını sürdürü hep. Bozulmuş bir eskinin yenilenişi olarak
değil, yeni olarak gösterir kendini. Buna bakarak, ne her yeninin "ileri" olduğu,
ne de her eskinin "geri" olduğu savlanabilir. Tersine, estetik değerler söz
konusu edildiğinde hele; kimileyin yeninin bile, bunu eskiliğine borçlu olduğu
görülür...
Kimileri, eskinin artık değer taşımadığını dile getirip yönelişin yeniye olduğunu
savlar. Oysa gerçeği yansıtmaz bu. Zaten yeni, şu eski dünyanın en eski konuşaından
biri ve sorunsallarından iri olagelmiştri. Çünkü yenidenm söz edenler, yeninin,
öteki bütün yenilerden ayrılan bir yeri olduğunu ortaya koyabilmek için sıkıntı
çekmiştir hep.
Yeninin aranışı, uygarlık yolunda, en önemli dayanaklarından biridir insanın.
Kuşku, merak vb. öteki öğelerle birlikte...
Demek oluyor ki,yeniyi aramak, bugünün bireyi için değilse de, o ilk atalarımız
için büyük bir serüvendi...Bugünün bireyi için, belki bir başkam anlam taşıyor
yeni. Nedir o? Yeninin, tüketilen nesne konumunda algılanışı yalnızca... Yeryüzünde
egemenlik süren üç buçuk derebeyi, belki, yeniyi tüketim nesnesi olarak öngörebilir
ama gerek bilim ve felsefe, gerekse sanat bunu insanoğlunun uygarlık serüvenine
atılmış birer olumlu çentik olarak kabul eder. Bu yüzdendir ki Thales de, Galilei
de, Platon da, Marks da, Homeros da, Nazım da, Sophokles de, Shakespeare de
parıltılarını korur hep...
Bu, apaçık böyleyken yazın bunun dışında kalabilir mi? Olası mı bu? Genç öykücülerdeki
estetik yönsemeler üzerinde düşünce üretmeye yönelmeden, ilkin bunun üzeirnde
durmak gerekiyor galiba... Yani her yöneliş, bizi yeni ile yüzyüze getirmeye
bilir... Hatta kimi zaman eskinin bulunuşu bile büyük bir parıltı olarak çıkabilir
insanın karşısına.
Ama yeniye yönelme de atak olanların, kıpırtılar içinde huysuzlananların, delişmen
çıkışlarla diklenenlerin de genç insanlar olacağı unutulmamalı hiçbir zaman.
Genç insan uçuşup savrulan çiçek tozudur dünyada. Her zaman yeniyi getirmese
de bu uçuşlarla gelir yeni.
Yeniyi bulgulamaları beklenen bu genç öykücüler üzerinde duralım biraz.
Genç öykücüler dediğimiz bu yazarları, 1980'ler 1990'lar boyunca nasıl bir
gerçeklik kuşatıyordu dersiniz? Onları kuşatan bu yaşam gerçekliğinin, toplumsal
ve kültürel çerçevenin dokusunu resmetmeye çalışalım kabaca....
*Genç yazarlar bilgisayar dilini özümsemiş olarak yetiştirildiler. Daktiloları
değil, bilgisayarları oldu onların. Bu nedenle önlerine çıkan her şeyi kısaltmaya,
imlerle göstermeye ya da nicelleştirmeye yatkın bir düşünce yapısı içince oldular.
*Genç yazarlar, usta yazar olmanın yolunu "profesyonel düşünür" ve "profesyonel
okur" olmaktan geçtiğini gözardı edildiği bir toplum yaşantısının çalkantısıyla
bugünlere geldiler.
*Genç yazarlar, profesyonel yazarlıkla, para kazanmak arasında doğrudan bağ
kuran; ama bu bağı yazarlık onuruyla kurma gereği duymayan bir toplumun bireyi
olarak yetiştiler.
*Genç yazarlar, yazarlığın, eleştirel usa dayalı yetilerin geliştirilmesi demek
olduğunu düşünen bir yaşama ortamıyla belki de hiç tanışmadılar. Bu yüzden kendileri
adına düşünenlerin bulunmasından rahatsızlık duymadıkları gibi, kendilerini
yaratan kurumlarca köşeli insanlar olarak yetiştirilmiş olabileceklerinden de
kuşkulanmadılar. Bunun sonucunda; karşıymış gibi görünseler de düşünce ve yazı
yaşamında yetkelere çağrı çıkaran yaklaşımlara kayıtsız kaldılar. Kendilerini
yazar yapacak yetinin, aslında dolanımdan başka bir şey olmadığını göremediler.
*Genç yazarlar, "tepki veren" bir toplumun bireyleri olarak yaşadılar hep.
Ne var ki, "tepki" olgusu nitelikçe değişmişti. 12 Eylül sonrasında tepki, "kendine
zarar vermeyen tepki" ye dönüşmüştü. Bu, bireysel idealizmin sonu demekti. Genç
yazarlar, nitelikçe değişmiş bu tepkiyi yansıttılar işte. Sonuçta kendi nasırlarına
basıp kendilerini sorguladılar. Kendi içlerine kapandılar. Evet, sonuçta tepki
verdiler ama; bungunlaşarak, kendilerine acıyarak ya da kıyarak!
*Genç yazarlar, çevrelerini kuşatan gençlerin, değerleri tanıyıp çözümlemek
yerine, yok saymaya yatkın davranışlarına tanıklık yaptılar hep.
*Genç yazarlar, her bireyi biricik kılacak ayrıntıların giderek düzleştirildiği,
bu ayrıntıların ortadan kaldırılıp herkesin birbirine benzetildiği bir toplumsal
yapıda yaşadılar.
*Genç yazarlar, çatlamış nar sereserpeliğinde bir Türkçe'nin tanıklığını yapamadılar,
bunun, yaşamlarının en büyük Karlarından biri olabileceğini ayırt edemediler.
Büyük kentlerde el ulağı yapılmış, boğazı sıkılmış bir Türkçe'yle yetinmek zorunda
kaldılar, sonuçta alıştırıldıkları bu Türkçe'ye koşullandırıldılar. Çünkü onlar
Türkçe'nin ve Türkçecilerin suçlandığı bir dönemde yetiştiler. Anadillerine
sövgüler dizilen bu genç öykücüler, kendi annelerinden, onların dillerinden
de uzaklaştı bu yüzden. Türkçe sözlüklerle, yazım kılavuzlarıyla pek arası olmadı
bu kuşağın. Bu anlamda karşı çıkmayı, kendilerini kuşatmış gerçekliğe karşı
çıkmak biçiminde yorumladı çünkü onlar. (Pek çok genç yazarın, bütün bu olumsuz
koşullara karşın yine de dillerine tutkuyla bağlı olması gerçeği, bu doğrunun
genel çerçevesini değiştirmiyor ama.)
*Genç yazarlar, 1989'dan sonra yükselişe geçen kentlilik-sivilleşme olgusuyla
birlikte yaşadıkları halde, kentli, kenttaş, "sivil" (uygar) olmanın gereğini
yerine getiremediler çokluk. Çünkü bunu önemseyen bir genç kuşakla birlikte
yaşamadılar, bu nedenle toplumsal yöneliş ve evrilmenin yeterince ayırdına varamadılar.
Ancak, gençlerin öyküleri gözden geçirildiğinde, bu yaşantıdan izler taşıyan
bir öykü toplamıyla karşılaşıldığını söyleyebilmek çok güç! Bunu yapamadıkları
için de, yeni bir estetik bireşime yönelemiyor genç öykücüler!
Bu öykücüler, beğendikleri, örnek aldıkları öykücülerin peşinden gittiklerini
gösteren, bu tutumlarını direngenlikle sürdüren bir çelimsizlik yansıtıyorlar
bana göre. Genç öykücülerin, etkilendikleri ustalar gibi yazmaya yöneldikleri
seziliyor çünkü.
Sözgelimi 1950 kuşağı öykücülerinin, genç öykücüler üzerinde çok belirgin bir
etki oluşturduğunu görmemek elde değil! Bunun dışında Dostoyevski, Kafka, Borges
vb. yazarlardan da apaçık etkiler taşıyor genç öykücüler. Ancak bu etki, özümsenmiş
bir etkiden çok eklenmiş bir etki olarak kendini gösteriyor. Eş değişle öykücü,
öyküsüne, etkilendiği yazarı örnek alıp, onu özümseyerek değil, onun ele alışıyla
yaklaşmaya çalışıyor. Ondan esinlenmek yerine onun yazınsal yaklaşımını kopyalamayı
yeğliyor.
Öykünün şiirle kol kol gezindiğini seziyor hepsi; bu ikisini bir birinden ayıran
gizi de çözmüş görünüyorlar hatta. Ama ilginçtir, şairhaneliğe düştüğü zaman
da oluyor genç öykücülerin.
Bunun yanı sıra kendilerinden önceki usta öykücülerden el alarak öykü yazmaya
yönelirken bu yazarlar; onların estetik kavrayışını ardılı olmayı yeğliyorlar
da, kendi yaşantılarına, kendi trajik varoluşlarına gereğince yer açmaya yönelmiyorlar!
Öte yandan genç öykücüler, kendilerini kuşatan gerçekliği yansıtmada, ellerinde
ne tür olanaklar bulunduğunun ayırdında olmadıkları izlenimi bırakıyorlar insanda.
Nitekim, kendilerini kuşatmış gerçekliği yansıtırken onlar, yoğun arayışlara
yönelmek yerine, görüneni yansıtmakla yetiniyorlar.
Öykünün biçimsel yanına, formuna, estetik yapısına yönelik zorlama, dayatma
getirmek yerine, bu değişimi öykünü anlatı çatısında, biçeminde, dilinde yapmaya
yöneliyorlar. Bu yüzden 1990'lar öykücülerinin verimleri, kendilerinden önce
kurulmuş öykücülüğün ardılı olarak çıkıyor ortaya.
Neden böyle olmuştur bu!
Bu kuşak yazarlında 1960'qa yakın doğumluların bir bölümü, kendilerinden öncekilerin
etkisine; 1980'e yakın doğumluların bir bölümü ise kendilerinden sonrakilerin
etkisine açık görünüyor. Bu nedenle iki gurup, 1968'in idealizmi çerçevesinde
üretici değilse de tüketici olmamaya özen gösteren bir anlayışa sahipken, ikinci
gurup tüketici değilse bile üretici olma becerisi gösteremeyen bir anlayışa
sahip sanki. Bu olgu, her iki gurup içinde şunu getirmiş olsa gerek; varolanla
yetinme!
Bu yetinme duygusu, onları yeniye yönelik arayışlarında,i kararsız bireyler
haline getirmiş; yeniyi aramaya yönelenler ise bu tutumlarında direnmek yerine,
bundan vazgeçmeyi yeğlemiştir.
Genç öykücülerin, yeni olarak eskiyi, 1950 kuşağı öykücülüğünü bulgulamış olması
bir yanıyla sevindiricidir elbette. Bu onların sağlam bir öykü omurgasına yaslandıklarını
gösterir hiç değilse. 1950 kuşağı bakışıyla bireyin derinliklerine inilmesi,
bireyin ruhsal katmanlarına sızılması gibi bir yaklaşım, hafifsenebilir mi hiç?
Öyküler okunduğunda, bireyi birey yapan ya da yapamayan katmanların kurcalandığı
bir öykülemeyle karşılaşılıyor hep. Kişiyi var eden, kendini gerçekleştirmesi
yönünde, onun girişimlerini önceleyen, bunu dürtüp deşen; bu doğrultuda ara
katmanlardaki birikmeler gün ışığına çıkaran bir yaklaşım sergiliyor öykücüler...
Ne ki bu, madalyonun bir yüzü! Öteki yüzüne de bir göz atmak gerekiyor.
Genç öykücülerin 1990 sonrasında ortaya koyduğu yeni; 1950'nin korunmuş yinelenmesi
biçiminde çıkmıyor karşımıza. Bu yazarlar, 1950 kuşağı öykücülüğünü, bozulmuş
eskinin yenilenmesi olarak sunuyor öykülerinde daha çok...
Peki nasıl bir görünüm çıkıyor ortaya?
Üçüncü binin kapısından ilk adımların atıldığı şu sıra, estetik planda kendini
belirgin olarak gösteren iki sapmaya, satır başlarıyla değinmek olası:
1. Kötümserlik,
2. Gizemcilik.
Bu iki kavrayışın iç içe geçip sarmalandığı dünya görüşü nasıl bir estetik
ortaya koyuyor?
Kötümserlik de, gizemcilik de ilkin kendine dönük, kendi içinde gezinen bir
dil yansıtıyor görebildiğim kadarıyla. Bu durum, öykülerde iç bükey bir yapının
ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu ister istemez buna olanak veren estetik kavrayışa
yaslanıyor. İç bükey yapılanmadaki estetik kavrayış, dış bükey yapılanmanın
estetik kavrayışına göre çok ayrı, çok farklı seslendirmeler, yansımalar çıkarıyor
ortaya. Öte yandan anlaşılmazın aktarılmasını da, yine anlaşılmazla yapıyor
yazarlar.
Kısılmış, kıstırılmış, kuşatılmış, işgal altına alınmış, iğdiş edilmiş, kışkırtılmış,
aldatılmış, korkutulmuş, kalelerine girilmiş, yaratıcılığı tüketilmiş, felçli
duruma getirilmiş, güdük ve ham bırakılmış, kendisinin olamamış, yürüyemeyen,
koşamayan, uçamayan bireyler anlatılıyor hep öykülerde...
Bu öykü kahramanları, kabaca şu iki özelliği yansıtıyor: 1. Öykü kişilerinin
hiç biri kendilerine yüklenen kimliğe karşı koymuyor. Kendilerine biçilen rollerin
oyunculuğunu benimsiyor bu kişiler daha çok. 2. Öykü kişilerinin, bu edilgenliklerinden,
kendilerine zarar vererek, bir bakıma kendilerine kıyarak kurtulmaya; karşısında
olanlardan böyle öç almaya yöneldikleri gözleniyor.
Bu kavrayışta, birey, kendi varoluş sorunsalıyla boğuşmak yerine, yok oluşun
altıda ezilmiş görünüyor... Oysa yazar, estetize edilmiş ölümler, kıyımlar yansıtsa
da yok oluşa dayalı estetik bireşimlere gidemez! Yazdığına göre bunun, bir varoluşun
ifadesi olduğunu bilir o. Bu yolla yazar, kendisini var eden bir tanrıdır çünkü.
Hiç değilse o aşamada, yaşarken, kendisinin tanrısı olduğunun bilincine henüz
varamamış kişiye, yazar, hatta birey olarak bir yere oturtabilmek olasım mıdır
bilemiyorum... Bu yüzden, bu yaklaşımların, b,ir yazarlık sapması, hata sapkınlığı
olarak da düşünülebileceği kanısını taşıyorum ben.
Doğada siz, güneşin doğmadığı bir günün, çiçeklerin açmadığı bir baharın tanıklığını
yaptınız mı hiç? Kötümserlik, işte bu biçimde algılamaktır dğnyayı. Yoksa bahar
gelmiş fon yapmış, çiçekler taç yapraklarını dökmüş; hava kapanmış, güneş günler
boyunca yüzünü saklamış, böyle algılamaksa karamsalıktır yalnızca. Kaldı ki,
"melal"i olmayan bir yazın düşünülebilir mi hiç?
İlkin bu ikisinin birbirinden ayrılması gerekiyor yanılmıyorsam: Yazar gülücük
dağıtmak zorunda değildir elbette. Ama hep kötümser olması da gerekmez onun!
Bir gün güneşin doğmayacağını, bir gün artık baharın hiç ber zaman gelmeyeceğini
söylemek yazara düşmez zaten! İnsanlar, bu tür yaklaşımlar beklemez sanattan.
Çünkü sanat insanın, varolanı, yaşamsal bağlarla anlayıp anlamlandırmasını ve
varoluş anlamında kişinin varsıllaşmasını sağlar. Kaldı ki bilimle de çatışmaz
sanat. Bilimse, kendisine siper yarata yarata yol alır. Doğanın matematiğidir
bilime yol aldıran. Bu yanıyla sanat matematiktir, kuşku duyulabilir mi bundan?
Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce sanatla matematik arasında bağlantı kurulmuş
olması rastlantı sayılabilir mi hiç?
Ama eğer siz, bir kolunuzu bilinemezciliğin, öteki kolunuzu hiççiliğin omzuna
atıp yola almaya yeltenirseniz, belki bir süre tutunduğunuz düşünceler sizi
ileriye götürüyormuş izlenimi edinebilirsiniz. Bu kendinizi kandırmaktır yalnızca.
Saklambaç oynarken ne ebe olunabilir sürekli, ne de karanlıklarda aranılan eş...
Öykülemede gizemciliğin tekniğinden yararlanmak ayrıdır, gizemciliğe alan açmak
ayrıdır!
Nitekim genç öykücülerin, 1990'larda ortaya koyduğu en belirgin varsıllığın
öyküde yoğunlaştırdıkları "göreceleştirme" olduğu görülüyor daha çok.
Ancak genç yazarların, kendilerini yaşadıkları çağdan bütün bütüne soyutladıkları
da düşünülmemeli!
Genç öykücüler, elbette öykünün içinde pek çok yeni deniyor... Ne ki, estetik,
öykünün içinde anlatılanların değil, onların anlatılma biçimlerinin, formlarının
kuramı. Bu yüzden genç öykücülerin estetik bağlamda farklı açılımlar getirdiğini
savlayabilmek çok zordur!
Sonuçta denebilir ki, günümüz Türk öykücülüğünde gözlenen yeni arayışlar ve
estetik açılımlar; "eski" ile örtüşen "yeni" olarak kendini gösteriyor. Bu yanıyla
1990'ların genç öykücüleri, yazınsal birikimi taşıyan, geleneği aktaran bir
kuşak olarak öne çıkıyor daha çok...
Küçümsemek bir yana, tersine bunu çok önemsediğimi belirteyim... Öykücülüğümüzde
yazınsal geleneği taşıma-aktarma görevini bir bakıma kendiliğinde üstlenmiş
olan bu kuşağın, bu anlamdaki işlevselliği üzerinde ileride çokça durulacağını
söylemek, herhalde bilicilik olmayacaktır! 

|
 |
 |
 |
 |
 |