 |
 |
 |
 |
 |
|
 |
 |
 |
 |
 |
Bektaşinin Sırrı
Hikmet Topal
|
1900'lerin hemen başında bin bir güzellikleriyle
toprak ana ilkbahara kucak açarken, Çukurova'da torosların zirvesindeki
karlara nispet yaparcasına pamuğun beyazına kaplanırdı. Doğa baharı kısa,
dar ve rengarenk bir elbise gibi giyip, biz ademoğullarının kalbini yakarken,
Çukurova'nın yukarı tarafındaki Değirmenler köyünde ise dokuz köyün en
güzel Ayşe de gariban ırgat Ahmet'in kalbini yakmıştı. Fakat Ayşe'nin
babası dokuz köyün beyiydi. Koskocaman ağa kızını bir ırgata verecek
değil ya oda gitmiş kızını zengin birine vermişti. Bunun üzerine - İnce
Memedler daha dağlara çıkmadığından-çaresiz kalan Ahmet bedenini bir meşe
ağacından sallandıra vermişti. Gaddarlığla ün salan bey ise cenaze gününde
diller destan olacak bir düğün evi
kurmuştu.
Saygı duruşundaymışçasına derin bir sessizliğe
gömülen bu gecede, bu kutsal sessizliği kurumuş bir meşe ağacından yapılmış
bir bastonun toprak yola değerken çıkardığı sesler bozmaktaydı. Yol köye
yaklaşırken evlerden yansıyan gaz lambalarının loş ışıkları bu karanlık
geceyi yere inmiş yıldızlar gibi aydınlatmaktaydı. Yol ışıklara yaklaşırken
önce bastonun sureti ondan sonra ise orta boylu, ince bir gölge gözüktü.
Gölge ışıklara yaklaşınca ilk önce elmacık kemikleri daha sonra kargaburnu
ve ak sakalı ortaya çıktı. En sonunda
ise gövdesini taşımaktan yorulmuş ayakları ve de elbise diye giydiği çulu
gözüktü. Sonunda yol ışıklara kavuşunca Bektaşi ağır ağır yürümeye devam
etti. Köyün ortasına gelince sağ tarafından gelen -Fatihanın- o bunaltıcı
sessini duydu. Hemen ardında sol tarafından
bulunan düğün evinden gelen eğlence seslerini duydu. Bu sesleri duyar
duymaz eğlenmek için yaratılmış Bektaşi sola doğru ilerledi. Kapıya varınca
içere alıp sofraya büyür ettiler, yedikleri yanlarında yemedikleri arkalarında
kaldı; zaman bir kuş misali gibi geçti. Karnı doyupta keyiflenen Bektaşi
dayanamayıp;
-yandaki evden gelen fatihanın sebebi nedir
diye sordu.
Köylüler gözleri dola dola ırgat Ahmet'in
acı hikayesini anlatılar. Göz yaşlarıyla ıslanmış dakikaların hüznünü
kendini uyanık sanan bir köylünün sesi bozdu.
-sen olsaydın Bektaşi hangisini tercih ederdin.
Aşkın uğruna ölmeyi mi yoksa yaşayıp, her gün aşk acısı çekmeyi mi diye
sordu.
Bektaşi hafifçe yerinden doğruldu. Sert
bir ses tonuyla
-yaşarken her gün, ölürken sadece bir kere
acı çekersin diye cevapladı.
Yaşadıkları her dakikada ölümün korkusuyla
kendilerini ezen beye boğun eğen köylüler, karşılarında ölümün un fak
olmasıyla donup kaldılar. Bu donmuş anlarda dalkavuklardan biri olup biteni
beye yetiştirdi; yılardır korkuyla boğun eğdirdiği tebaasının kokusuzluğu
öğrenmesinden korkan bey hiddetle
-Tez yakalayıp, uçurun bre zındığın kellesini
diye bağırdı.
Az sonra el üstünde tutulduğu sofradan karga
tulumba alınıp zindana atıldı. Şafak söküp, gökyüzü kızıllaşınca dar ağıcı
kuruldu. Ardından Azrailliyle göğe yükselirken köylülerin soğuk bedeninin
arkasından döktükleri gözyaşlarına
Görüp, onlara güldü. Hayatı boyunca gülmemiş.
Azrail Bektaşi'nin gülücüklerinden korkup, korkusunu gizlemek için küstahça
-Bak sen benden korkmuyordun ama senin canını
aldım şimdi ne halt yiyeceksin diye sordu
Bektaşi ağır ağır başını kardırarak, gülmeye
devam etti. Sonunda Bektaşi'nin kahkahaları şatosundan korku imparatorluğunu
yöneten tanrıya kadar ulaşmıştı. Kahkahalardaki cesaretin meleklere de
bulaşmasından korkan tanrı hem Bektaşi yi buradan uzaklaştırmak hem de
onu cezalandırmak için, Bektaşi yi ulaşamayacağı bir kadına aşık edip,
dünyaya geri yolladı.
Bektaşi ne yapıp, edip tanrıya pabucu ters
giydirerek hayatının kadınını bulup, kalbini çalmayı becerdi. Böylece
sevdiği kadınla hayatı boyunca mutlu bir yaşam sürdü.
Fakat Bektaşi'nin hikayesini bilen insanlar
mutluluğun sırrını öğrenmek istemişlerdi; ama Bektaşi yıllar boyu susmuş
ta ki Azrail'e olan ikinci buluşmasından az önce babama sırrı bu söylemişti.
Babamda gülücüklerle son nefesini verirken benim kulağıma fısıldadı. Ben
şimdi hayatımın son dakikalarını yaşarken size söylüyorum. 
|
 |
 |
 |
 |
 |