Yılanı Uzatmak

Barış Acar

 

...içindeki ağırlık kulenin çökmesine neden olacak,
ama çökme başladığı anda putrellerin çaprazları
ağırlığı alıp yeniden ilk başlangıç noktasına bağlayacaktır.
Böylece kulenin çöküşü hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.(...)
Sorunun basit gerçeği köprünün sonsuza kadar çöküyor olması
ama hiçbir zaman çökmemesi...
Howard Fast, Köprülerim

 

      Yılan kaçınılmaz olarak uzuyordu. Kirli beyaz kabuğu sehpanın üzerinde, etrafından küçük kırıntılar bırakarak kıvrıla kıvrıla ilerliyor; uzadıkça, arkada bir çay bardağı altlığının içinde küçük bir dağ yükseliyordu.
       Yüzünde acemice duran bir avuç sakalı kaşıdı. Yaklaşık yarım saattir çıtlatmakta olduğu kabak çekirdeğinin parçaları, sakalına yapışmıştı. Çenesini sıvazlayıp elini yeniden ahşap kâseye daldırdı. Gözü uzamakta olan yılanında, bir çekirdek daha aldı. Ağzına götürecekken duraksadı. Göz hizasından açık olan balkon kapısına doğru, çelik bir köprü gibi uzattı kolunu. Tek gözünü kör ederek, çekirdeği tam karşısında görünen kiremitlerle açıkta kalan gözünün arasına koydu.
       Kiremitler, güneşin altında bir yere kıpırdayamamanın dehşetiyle kavruluyorlardı. Üzerlerinden, değdiği her şeyi dalgalandıran cüce bir buğu yükseliyordu. Şimdi bu buğunun hareketiyle elindeki çekirdek tanesi de dans ediyor, belirsizleşiyordu. Artık acımaya başlayan kör gözünü açtı. Yeni açılan gözün şaşkınlığıyla çekirdek tanesi tüm cismini buğunun içinde yitirdi. Dalgalanıp uçtu sanki.
       Gözlerini kırpıştırdı. Sonra da kabak çekirdeğini son yolculuğuna uğurlayarak çıtlattı; kabuğunu dikkatlice, zedelemeden ayırdı; içini yedi. Kabuk yılanın kuyruğunda kendini bekleyen sıraya yerleştirildi. Yılan iyice uzamıştı. Neredeyse, sehpayı boydan boya ikiye ayıran bir sınır çizgisi gibiydi varlığı. Bedeni kıvrılarak ilerliyor ve bu kıvrılış, sanki yılan her an canlanacakmış hissi uyandırıyordu.
       Kiremitlere geri döndü. Kırmızıları iyice açılmış bu şekilsiz nesneler, bacanın yanında, içeri su kaçmasın diye özensizce sabitlenmiş metal bir levhaya bırakıyordu yerini. Buradaki düzensizlik kiremitlerin üstüne dizildiği tahta zeminin görülmesine yol açıyordu. Kiremitler, alt-arka taraflarından küçük bir çıkıntıyla tahtalara tutturulmuş, ön uçları ise bir sonraki kiremitin sırtına bindirilmişti. Tâ ki, damın bittiği, boşluğun başladığı yere kadar. Son kiremitlerin uçları açıktı. Boşlukta, düşmekle düşmemek arasında ince bir çizgide sabit duruyorlardı.
       Buğu, kiremitleri de beraberinde uçuracakmış gibi hırsla göğe yükseliyordu. Oysa, kendini taşımaya bile mecali yoktu. Hep böyle kısacık, hep böyle cüce kalacaktı.
       Demin yediği, ilk ve sondu. Özenle kabuğundan ayırdığı lezzetli çekirdek içlerini, biraz arkada duran altlığın içine dolduruyor, kabuklarıysa yılana eklemeye devam ediyordu. Dağ yükseliyordu.
       Sıcaktı. Gün, yeni bir güne kendini teslim etmemek için çaresizce direniyordu.
       Zaman ağırdı. Yalnızca kiremitler, yalnızca buğu. Uzayıp giden yılan, biriken dağ vardı. Yalnızca güneşten rengi uçmuş kırmızı, yalnızca dalgalanma. Dehşet içinde kendine tanık olan yumuşak kıvrımlar, yükselen çokluk vardı.
       Kucağına dökülmüş beyaz kırıntılar, doğrulmasıyla birlikte, buruşuk eşofmanının kıvrımlarına çarparak aşağı düştüler. Gitti, balkonun demirine tutundu. Bedenini hafifçe yukarı kaldırarak kollarını düzleştirdi. Gerilmiş iki noktanın arasında asılı kaldı.
       Gözlerini yavaşça aşağı eğdi. Yedi kat altta duran zeminin sertliğini yokladı. Ucuzundan döşenmiş karo taşlarının üzerinde, hızla birbirinin yerini alan, bir şeylere benzeyen, fakat gittikçe belirsizleşen şekiller görmeye başlayana kadar yerden ayırmadı gözlerini.
       Sanki, bir ayağı çukurda olan kiremitler karşıdan ıslık çaldılar. Sanki, arkasında kalan yılan tısladı. Sanki, dağ devrilecekmiş gibi sarsıldı. Sanki, buğu adamı havalandırdı.

 

      II. BÖLÜM

      Öykü tıkandı.
       'Print' tuşuna basarak, hazır olan yazıcıdan, öykünün bir kopyasını aldı. Gözleri az önce yazdığı satırların arasında anlamsızca bir şeyler aradı. Bulamadı. Olmamış, dedi. Masasından kalktı. Mutfağa gidip vişne votka koydu kendine. Gelip, tekrar masanın başına oturdu.
       İçine düştüğü bunalımın sebebi, sadece karısının onu terketmesi olamazdı. Çünkü, karısını düşünmüyordu o anda. Hayır! Daha derinde bir şey olmalıydı. Yani, onu düşünüyordu elbette; ama her şeyin arkasından beliriveren bir şey değildi onun yüzü. Daha çok; sırası geldiğinde ortaya çıkan, sonra da kaybolan bir görüntüydü. Öyleyse sebep sadece bu olamazdı.
       İçkisinden bir yudum aldı. Yeniden ayağa kalktı. Bu sefer hiçbir yere yönelmedi. Kıçı sandalyeden yarım metre yukarıda, masaya tepeden bakarak öylece kaldı.
       Üniversite yıllarını işyerine bağlayan yerde gördü karısının yüzünü. Hayal kırıklıklarıyla biten son senenin sonunda, Kitap Klübünün son toplantısında tanışmışlardı. Güldü. O zamanlar nasıl da...
       Kirli bardağı dudaklarına götürdü. Vişne suyunun kekremsiliğini ve alkolün tatlılığını aynı anda duydu. Parmaklarının ucuyla masanın üzerine bıraktığı yazıyı iteledi. "Yüzünde acemice duran bir avuç sakalı kaşıdı." Bu cümleyi sesli tekrar etti. Güldü. Sakalını kaşıdı.
       Görüntüler durmadı. Sıçradı. Sürekli bir başkaya. Bir süredir yüzünü görmediği büronun hep aynı kokusuna. Rutinliğe. O kokuyu yeniden duydu.
       Yerine oturdu. Yeniden. Bilgisayarın ekranına boş gözlerle baktı. Eli klavyenin tuşlarında. Yazdı yazacak. Yazmadı.
       Vişnenin kırmızısı büyülüyordu şimdi onu. Görmüyor, ama kendini baştan çıkaranın alkolün renksiz sıvısı olduğunu biliyordu. Bir yudum daha.
       Şimdi anahtarın sesini duysa. Haniyse duyacak. O kadar somut düşündü bunu. Adımları onu bilinçsizce bu odaya sürüklese. Böyle bir şey olmadı. "Merhaba." dese bir.
       Sonra bitmek bilmeyen ve akıp giden zaman, sonra büro, sonra aybaşları, aysonları, sonra akşamlar, sonra gezmeler, haftasonları, sonra, sonra... Sonra hep kendini tekrar eden şeyler. Hayır! Beklediği o değildi!
       Ekrandan çıkan ışıkların bardağın üzerinde oynaşmasına daldı. Kırmızının içinde beyaz ve mavi dalgalandılar.
       Bu öykü olmayacak. Ya sonunu getiremeyecek ya da 'del' tuşuyla sonsuza kadar bunu unutacak. Küçük parmağını 'del' tuşunun üzerine götürdü. Yapmadı, hayır!
       Kalksa bir bara gitse, kurtulacak bu öyküden. Ya da bir arkadaşına telefon etse, yakasından düşecek öykü.
       Sonra ne olacak?
       Hep bu soru yankılanıyordu bardağın yüzünde. İçine düştüğü bunalımın sebebi, karısının onu terk etmesi değildi. Daha derinde...Biliyordu. Öyleyse sıyrılmalı bu kabustan. Bardağı, öyküyü, umutsuzluğu bırakmalı!
       İlk önce dosyayı kapadı. "Kaydetmeyi ister misiniz?" diye sordu ekran ona. İsim yerine "Yılanı Uzatmak" yazdı. Sonra bilgisayarı da kapadı.

      3. GÜN

      Aşağıda hiçbir şey yok. O zaman yukarı devam etmeli. Herşeyi değiştirmeli. Hataları geriye sarmalı. Yapılabilir! Yapmalı!
       Öğle güneşinin cehennem gibi ortalığı kavurduğu bu saatte, balkonda, verilebilecek tek kararı verme gücünü kendinde buluyor işte. Arkasında uzayıp gitmiş yılanı dağıtacak. Bu kez alkolün yüzünde gördüğü yansımaların kendini kandırmasına izin vermeyecek. En azından artık bunu biliyor.
       Yoksa başına güneş mi geçti? Hayır. Bu kez, hayır. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmedi. Öyküyü bitirecek! Yapacağı son iş olsa da, bunu yapacak.
       Balkon demirine tutundu. Bedenini hafifçe yukarı kaldırarak kollarını düzleştirdi. Gerilmiş iki noktanın arasında asılı kaldı. "İki gündür boşuna debeleniyorum evde." diye düşündü. "Yarın." dedi. "Yarın..."
       Başı döndü. Dengesini yitirdi. Sanki, buğu adamı havalandırdı. 

Mehmet Batur'un İlk Romanı
“Adamım Davku”
İnkılap Yayınevi'nden
Çıktı


 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş