 |
 |
 |
 |
 |
|
 |
 |
 |
 |
 |
İstanbul Hareket-i Arzı (Hicri 915)
Uğur Ersoy
|
Solakzade Tarihine göre Hicri 915 senesi Cemaziyülahir ayının birinci
günü (miladi eylül 1509) İstanbul büyük bir depremle sarsılmış. Bu tarihçi,
yüz dokuz camiinin, binlerce ev ve dükkanın, kara tarafındaki surlarının
tümünün, deniz tarafındakilerinse çoğunun, Yedikule'nin ve denizden Bahçekapısı'na
kadar uzanan saray duvarlarının tamamen harap olduğunu yazıyor. Solakzade,
Fatih Camii'nin sütun başlıklarının, imaretin ve camii etrafındaki medresenin
de ağır hasar gördüğünü ve binlerce kişinin enkaz altında kalıp öldüğünü
de kaydetmektedir. (Batılı bazı tarihçilere göre ölü sayısı 13bin dolaylarındadır.)
Solakzade yalnız Veziriazam Paşa'nın konağında atlarıyla birlikte üç
yüz süvarinin telef olduğunu, dalgaların yıkılan surları aşarak şehre
hücum ettiğini de yazmaktadır. Aynı tarihçiye göre, Yeni Saray'a bir şey
olmamasına rağmen, duvarlara güvenemeyen Sultan Beyazıt bahçeye bir çadır
kurdurarak orada ikamete başlamış, daha sonra Edirne'ye geçmiş. Ancak
Edirne'de de fazla kalmamış, "Allah'ın gazabından kurtulunmaz." diyerek
İstanbul'a dönmüş.
Harabeye dönen İstanbul'u baştan aşağı dolaşan sultan, bir At Divanı
toplayarak bütün vezirleri ve devletin ileri gelenlerini bu divana çağırmış.
Müzakereler padişahın hitabesiyle başlamış. Solakzade'ye göre Beyazıd,
tam 490 yıl sonra torunlarından bazılarına esin kaynağı olacak şu sözlerle
başlamış konuşmasına:
"O kadar haksızlık, o kadar zulüm ettiniz ki, mazlumların ahı göklere
kadar çıkarak bu beldeye gazab-ı ilahiyi davet etti.
Sultan bu sözleri söylerken nedense bu depremde büyük kayba uğrayanların
vezirleri değil fakir halk olduğunu unutmuş. Demek ki zavallı halk hem
vezirlerden hem depremden yemiş darbeyi! Konuşmayı dinleyenler Yeniçeri
Ağası'nın suçlanmasını bekliyormuş. Zira Sultan Beyazıd bir süre önce
şarap içilmesini men etmiş ve bütün şarap satan mahalleleri kapatmış.
Ancak yeniçeriler sultanın bu buyruğunu dinlememişler, meyhaneleri zorla
açtırmışlar. Padişah, askere söz geçiremeyeceğini anlayınca emri geri
almış. Beyazıd bundan dolayı Yeniçeri Ağası'na fazlaca kızgınmış.
At Divanında padişah, surların en kısa zamanda onarılmasını, halkın iaşesiyle
yakından ilgilenilmesini istemiş. Bunun üzerine söz alan Veziriazam Hadım
Ali Paşa, bir kusurları, bir suçları varsa, affı şahaneye sığındıklarını
belirttikten sonra, "Saye-i Şahanede iki aydan tezi yok İstanbul yine
eski İstanbul olacaktır. İrade buyurun, aciz kulunuz da dahil olmak üzere
sırtımızda taş taşıyalım. Tamiratı ikmal edip padişahımızın itimat ve
teveccühlerine tekrar nail olmaya çalışalım." demiş.
İmparatorluğun her yöresine gönderilen adamlar aracılığıyla binlerce
duvar ustası İstanbul'a getirilip Hicri 915 senesi, Zilhicce ayının 20'sinde
(Miladi Mart 1510) onarıma başlanmış. Üç ay geceli gündüzlü çalışılarak,
surlar ve camiiler kısa sürede onarılmış. Dini, mezhebi ne olursa olsun
evleri yıkılanlara veya hasar görenlere, evlerini yeniden inşa edebilmeleri
için gerekli alet ve malzeme bedava verilmiş.
Solakzade'ye göre, Hicri 916 senesi Rebiülevvel ayının 19'unda (Miladi
Haziran 1510) huzura kabul edilen Veziriazam Hadım Ali Paşa, Beyazıd'ın
eteklerini öperek şu müjdeyi vermiş: "Padişahım, Saye-i Şahanede zelzelenin
yaptığı tahribat tamamen tamir edilmiştir." Sultan Beyazıt, Veziriazzam'a
hil'atlar giydirmiş ve kıymetli armağanlar vermiş. Bir gün sonra büyük
bir tören yapılmış. Fakir halka üç gün gümüş sahanlar içinde yemekler
dağıtılmış.
Yapılan törenden iki ay kadar sonra 'Nurcu Hoca' diye anılan müderris
Mehmet Efendi, camide verdiği vaazda, "Tehlikenin henüz geçmediğini ve
İstanbul'un her an sallanabileceğini." söylemiş. Hoca efendi konuşmasında,
zelzelenin Marmara Denizini kendine mekan eyleyen bir canavarın kuyruk
darbesinden kaynaklandığını belirterek "Canavar, seneler süren uykusundan
uyandı. Artık bir süre daha kuyruk sallamaya devam edecek." buyurmuşlar.
Sonra gözlerini kubbeye dikerek "Bu canavarı kızdırmaya gelmez. Kızıp
da kuyruğunu şiddetle sallarsa İstanbul'da taş üstünde taş kalmaz. Allah
cümlemizi canavarın gazabından korusun." demiş.
Bu vaazı dehşet içinde dinleyen cemaat, hocanın söylediklerini önce zevcelerine,
bilahare tüm tanıdıklarına nakletmişler. Kısa bir süre sonra İstanbul,
Hoca efendinin sözünü ettiği deniz canavarının öyküsü ile çalkalanmış.
Artık mahalle kahvelerinde canavardan başka konu konuşulmaz olmuş.
O devirde İstanbul'da meydancı lakabıyla anılan Şahin adında bir açıkgöz
yaşamaktaymış. Meydancı Şahin canavar öyküsünü duyunca kafayı çalıştırmış.
Bu işten çok para kazanabileceğini anlayan meydancı, hemen bir plan yapmış.
Sonra medreseleri dolaşarak yaptığı planı müderrislere anlatmış. Meydancının
planı çok basitmiş. Aya Sofya meydanında bir platform kurulacak ve her
akşam platforma çıkan müderrisler, toplanan halka canavarla ilgili görüşlerini
anlatacaklar. Müderrisler meydancının bu planını hemen benimsemişler.
Uzun süredir arka planda kalmaktan sıkılan müderrisler, kendilerini gösterebilecekleri
böyle bir fırsat doğduğu için çok sevinmişler. Zaten son günlerde Nurcu
Hoca'nın kazandığı şöhreti de fena halde kıskanıyorlarmış.
Meydancı Şahin, Kunmkapı meyhanelerini dolaşıp birlikte çalışacağı bir
ka kafadar bulmuş. Bulduğu bu hıristiyan, musevi ve müslüman kafadarlarını
cemaatlerin içine salmış. Ayrıca tellallar çıkararak o gece Aya Sofya
meydanındaki toplantıyı ahaliye duyurmuş.
Hicri 916 senesi Cemaziülevvel ayının 17'si (Miladi Ağustos 1510), Perşemde
akşamı Aya Softya alanında mahşeri bir kalabalık toplanmış. Meydancı Şahin
bile bu kadar insanın toplanacağını tahmin edememiş. O akşam, ulum-u riyaziye
ile iştigal eden Şerbetçizade Kudbettin Hoca, ulum-u arziye ile iştigal
eden Üşümezzade Mesut Hoca ve ulum-u semaiye ile iştigal eden Müneccimzade
Asaf Hoca birer konuşma yapmışlar. Hitabet ve ikna kabiliyeti yüksek bu
hocaları halk, yarı hayranlık yarı korku içinde dinlemiş.
Bunu izleyen günlerde, medreselerdeki müderrisler Aya Sofya Meydanı'nda
konuşabilmek için adeta sıraya girmişler. Kürsüye çıkabilmek için birbirlerini
itip kakmaya başlamışlar. Bu toplantılarda bazı hocalar canavarın kuyruğunun
7.7 arşın olduğunu savunurken, diğer bir grup, "Billah 5.5 arşını geçmez
buyurmuşlar", buyurmuşlar. Birkaç hoca, bu canavarın artık aynı şiddette
kuyruk sallamayacağını savunurken, diğerleri yakında gelecek kuyruk darbesinin
yaşanan zelzeleden daha kuvvetli olacağını savunmuşlar.
Hocalar, canavarın kuyruğunun uzunluğu hakkında görüş belirtirken, canavarın
yuvasının İstanbul'dan ne kadar uzakta olduğunu da uzun uzun tartışmışlar.
Tartışılan konular arasında en önemlisi de, canavarın kuyruğunu ne zaman
sallayacağı imiş. Bazı hocalar "Canavar uyuyor, yakın zamanda kuyruk sallamaz"
derken diğerleri, Canavar çok kızgın, billah bugün yarın harekete geçer,"
buyurmuşlar.
Meydancı Şahin!in başarısını gören bazı açıkgöz meydancılar da kentin
başka semtlerinde toplantılar düzenlemeye başlamışlar. Konuşacak müderris
konusunda hiç bir sıkıntıları olmamış. Hocaların konuşmaya bu denli hevesli
olduğunu gören bazı meydancılar, bu hocalara halkın karşısında hakaret
bile çekinmemişler. Böylece onlar da kendilerini tatmin etmişler. Muhterem
hoca efendiler bu toplantılarda şöhret uğruna sık sık birbirine girip,
birbirini cahillikle suçlamışlar.
Canavar konusunda ölçüyü kaçırmışlar zamanla. Halkı kim daha fazla korkutursa
onun daha meşhur olacağına inandıklarından, canavarın kuyruğunu büyüttükçe
büyütmüşler, yuvasını yaklaştırdıkça yaklaştırmışlar. Hatta rivayet edilir
ki bir hoca efendi halkı yeterince korkutamadığını görünce cehennemdeki
Gayya Kuyusu'nu anlatmaya başlamış toplananlara.
Meydan toplantıları devam ederken, tecrübeli aklı selim sahibi birkaç
usta da, zelzeleye karşı alınacak an iyi tedbirin sağlam bina yapmak olduğunu
anlatmaya çalışmışlar halka. Bu ustalara göre zelzeleye dayanacak bina
yapmak mümkünmüş. Ustalar her gittikleri yerde bunu tekrarlayıp durmuşlar
ama nafile. Ustaların söyledikleri canavar öyküsü kadar renkli olmadığından
kimse kulak vermemiş onlara.
Meydan toplantılarını kaçırmayan İstanbul halkı, bir süre sonra korku
ve panik içinde gece uyuyamaz olmuş. Bir çokları evlerini satıp şehri
terk etmişler. Bu işten muska yazan hocalar ve dülgerler kazanmış. Evin
zelzeleden göçmesini önleyecek bir muska için halk iki yüz akçe ödüyormuş.
Müslüman ahali Eyüp Sultan'da adak için kuyrukta beklerken, kilise ve
sinagoglar dolup taşmış.
Aya Sofya toplantılarından sonra ortaya çıkan bazı mucitler, imal ettikleri
masa ve kutuların zelzelede can kurtaracağını söyleyerek büyük paralar
kazanmışlar. Bazı dülgerler de evlerin payanda çakılarak güçlendirilebileceğini
halka duyurmuşlar. Payandalı takviye için önceleri 20 düka altını alan
dülgerler, talep arttıkça fiyatı 100 düka altınına kadar yükseltmişler.
Dülgerlerin kısa sürede zengin olduğunu gören bazı müderrisler de, "Biz
payanda işini dülgerlerden iyi yaparız," deyip ellerine birer keser alıp
bu piyasaya girmişler. Onlar da kısa sürede ceplerini doldurmuşlar. Muskacı
hocalar, mucitler ve dülgerler kendilerini zengin eden Aya Sofya müderrislerine
hayır dualarını eksik etmemişler.
Piyasa kızıştıkça yeni cambazlar türemiş. Bu cambazlar ellerine bir terazi
alıp binanın kuyruk darbesine dayanıp dayanmayacağını saptayabileceklerini
iddia etmişler. Halk sıraya girmiş ve cambazlar da köşeyi dönmüş.
Şimdi eminim merak ediyorsunuzdur, bu işten Meydancı Şahin çıkarı ne
olmuş diye. Anlatayım. Bu açıkgözler, meydana toplanan bunca insanın,
hocaları dinlerken acıkıp, susayacaklarını hesap ederek, köfteci, çerezci,
poğaçacı, bozacı ve şerbetçi gibi seyyar satıcılarla anlaşmışlar ve satışlardan
yüzde almışlar. Ayrıca hoca efendileri coşturarak kuyruk darbesinden en
fazla hasar görecek teker teker söyletmişler. O semtlerde ev fiyatları
düşünce esnaftan aldıkları yüzdelerle ev satın almışlar yok pahasına.
Anlayacağınız Meydancı Şahin gibiler büyük kazanç sağlamışlar bu işten.
Hicri 918 senesi, Sefer ayının 6'sında (Miladi 23.4.1512) Yavuz Selim
babasını tahttan indirip devletin yönetimine hakim olduğunda, İstanbul'da
deniz canavarı çılgınlığı hala devam ediyormuş. Nitekim Sultan Selim babasının
elini öpmeye geldiğinde, Beyazıd oğluna şu nasihatta bulunmuş:
"Bak oğlum Selim Han, Allah padişahlığını mübarek etsin. Biz otuz yıldır
saltanat sürdük. Allah şahittir ki, adaletten ayrılmadık. Sevap istersen
yarın huzur-u rabbülalemine yüzün akı ile çıkarsın. İşleyeceğin en büyük
sevaplardan biri de şu canavar işine son vermektir. Halk ziyadesi ile
mağdur oldu"
Sultan Selim iki gün sonra kılık değiştirerek akşam Aya Sofya meydanına
gitmiş. Bakmış medresenin baş müderrisi, birkaç müderris ile orada oturuyor.
Baş müderris şöyle sesleniyormuş halka:
"Sultanımız bize on bin düka altın bahşetsin, bir kadırga bulup deryaya
salalı. Canavar hangi tarihte, hangi saatte kuyruğunu sallayacak tespit
edelim. Sizlere bunu duyuralım ki rahat uyuyasınız!"
Biraz sonra platforma belden yukarısı çıplak Üşümezzade çıkmış. Güzel
vücudunu ve pazularını göstermiş halka. Sonra iki hoca güreş tutmuş. Sultan
Selim bakmış ki ikisi de bu işin ustası. Pehlivanlar, birbirini tuşa getirmek
için türlü oyunlar denemişler.
Yavuz Sultan Selim gördüklerine çok üzülmüş. Veziriazam aracılığıyla
yaptırdığı araştırmada halkın sinir hastası olduğunu, nüfusun yüzde otuzunun
şehri terk ettiğini, dülgerlerini muska yazan hocaların ve teraziyle bina
sağlamlığı ölçenlerin zengin olduğunu öğrenmiş. Veziriazam padişaha, her
akşam kürsüye çıkan bu müderrislerin birbirinin önüne geçebilmek için
canavarla ilgili öyküyü her gün biraz daha abarttıklarını ve sonunda tüm
saygınlıklarını yitirdiklerini de söylemiş.
Malum müderrislerin saygınlıklarını yitirmeleri umurunda değilmiş Sultan'ın.
Ancak onlarla birlikte tüm medreselerin saygınlıklarını yitirmeye başlamasını
ülke için çok sakıncalı bulmuş Selim Han.
Padişah bir gün, Veziriazamı huzuruna çağırarak şöyle buyurmuş:
"Bak Lala. Ben bu duruma daha fazla seyirci kalamam. Babam, başta Başmüderris
olmak üzere bunlara inanmış ve müsamaha göstermiş. Ben "Baba" değilim.
Hırsı kabiliyetinin bir fersah önünde giden Başmüderrisi azlettirdim.
Meydan toplantılarını yasakladım. Bundan böyle bu şekilde kelam eden ve
halkı huzursuz eden müderrislerin başın vurdururum. Muska yazan, payanda
çakan ve teraziyle bina mukavemetini ölçenlere acımam billah."
Sultan Selim daha sonra o devrin büyük alimi Mevlana Nurettin Sarıgürz'ü
huzuruna davet etmiş. Ona da şöyle talimat vermiş:
"Hocam, medreselere git ve konuş. Alim, meydan göstericisi değildir.
Müderrislerimiz ilimle uğraşsınlar. Alime hürmetimiz sonsuzdur ama halkın
tedirgin edilmesine ve gösteriye tahammülümüz yoktur. Bunu böyle bileler.
Gazabımızdan korksunlar."
O günden sonra İstanbul halkı huzura kavuşmuş. Göç edenler zamanla evlerine
dönmüşler. Ticaret canlanmış, halkın yüzü gülmeye başlamış. 

|
 |
 |
 |
 |
 |