 |
 |
 |
 |
 |
|
 |
 |
 |
 |
 |

Cep telefonuma baktım önüme eğilip. Yok, yanlış duymuşum. Bilmem kaç karaktere
sığışması gereken dijital cümlelere olan bu ihtiyaç ne zaman peydahlandı, tam
kestiremiyorum. Her lüks eşya, eninde sonunda zorunluluk olduğu ilüzyonuna inandırıyor
sahibini galiba. Ama O'nunla, bu benzerlerinden büyük ve çıkar çıkmaz modası
geçmeye başlayan kara telefon arasında nasıl bir bağ var? Ve varsa ne çirkin
bir bağ bu. Yok, yanlış anlamışım. Ultramodern olsun diye gayret sarfedilmiş
sefil bir resim var duvarda. Hemen önünde ellerini kollarını nereye koyacaklarını
umursamamaya çalışan bir grup erkek. İstekli ama utangaç bakışlarıyla geceye
gece katıyorlar. Saat dokuzu çeyrek geçiyor ve böyle söyleyince 9.15'den daha
acıklı oluyor sanki: gelmesi gerekenden çeyrek saat ileride bir saat. Gelmesi
gerekiyor mu? Son konuşmamızın ayrıntılarını anımsayamayacak kadar bulanık kafam.
Ama saat bu olmalı. O'na getirdiğim kitabı açıyorum. Alışkanlıkla 32. sayfada
kalıyor. Zarif, turuncu ayraç ve üzerinde şu yazı görünüyor: BİLİŞ YAYINEVİ:
"SİMGESEL DÜZEN"- JAMES TIERRY. Adı geçen simgesel düzenin hep oynadığımız küçük
oyunlarla ilgisi var mı acaba? "Şimdiki şarkı benim!"lerle, "kapıdan on dakika
içinde biri girerse, x beni seviyo"larla. Sanmıyorum; öyle bir düzenin var olduğunu
değil, bir Amerikalı'nın bundan haberdar olabileceğini. Okumaya çalışıyorum.
Ne diyor yazar, sade ve kısa cümlelerle?
"…o karamsar ruhunu seviyordum. O sessiz yüzünü, ellerinin umursamazlıkla iki
yana salınışını, gömleğini pantalonunun içine sokma biçimini seviyordum. Seviyordum:
iddiasız ve acelesiz konuşmanı, daimi bir bulut tomarının ardından bakan gözlerini
ve mutsuzluğu aklına getirmeyecek denli hoşnut olmanı halinden. Ben seninle
deniz kıyısında dansetmek, yanında mütemadiyen sigara içmek ve sana komik hikayeler
anlatmak istiyordum...ben senin mutluluğun olmak istiyordum, kederin ve alışkanlığın…"
Tüm kitap, ucu kıvrık, aşınmış sayfayla kendini ele veren bu paragrafı işaret
ediyor. Oraya geldiğinde duraksayacağını ve melodramatik bir ifadeyle "işte"
diyeceğini düşünüyorum: "İşte, hislerini anlatmak için seçtiği paragraf ve TÜM
BU DİĞERLERİ…" Bu anın hayali utandırıyor beni. Ucuz bir yol olduğunu ben de
bildiğimden değil sadece, bu kitabı yıllarca yazan kadını bu işe alet ettiğim
için de. Üzerinde düşünülmemiş, ince elenip sık dokunmamış ifade biçimim için
takdir beklediğim yok ama bu denli umutsuz olan kimsenin özgünlük sorunuyla
uğraşmayacağını bilmek rahatlatıyor beni. O'na aşığım. Yerimde başka biri olsa
"o kadar basit olmadığını" iddia edebilirdi kolaylıkla. Ben ise o kadar basit
ve bir o kadar güngörmüş bir hissiyat olduğunu bilecek kadar yaşadım. Buna direnmenin
anlamsız olduğunu bilen kafam da, uzun zamandır Genç Werther ve İbrahim Erkal'dan
alıntılarla dolu zaten.
Gelebilir. Sabırla ve özenle bekleyen herkes hak ettiğini alır. Aksi halde
üç kuşak sinema seyircisi kandırılmış demektir. Ben, adının simetrisi üzerine
düşünürken O, aklında gelecek hafta teslim etmesi gereken projeyle kapıdan girebilir.
Gerçi nereden baksak, buna da ancak "zoraki tesadüf" denir ki, sinemada bile
pek azını mutlu sona götürmüştür böylesi. Cep telefonumda -ona da bir isim vermeli
artık- bir mesaj: NERDESİN? İmza yerinde bir numara. Yanlış numara. Zamansız
numara. Kötü numara. "Sana ne?" Fazla hoyrat, çok uzun. Bir akıl-fikir yolculuğundayım
diyelim. Bir deneme konuşuyorum. Kafamdan alıyorum, ağzıma koyuyorum. Yaşlı
ve tıknaz cep telefonumu da nerede olduğumu merak etmeyen biri için açık tutuyorum.
Üzücü ve düşündürücü, değil mi? Sana cevap yazmayacak olmamdan çok değil. Ya
da vaktin, beni artık eve dönüp dönmemek konusunda düşüncelere sevk etmesinden.
32. sayfaya ani ve yeri gelmiş bir dönüş. İsimler paragrafı. Artık sade ve kısa
cümleleri bırakmış olan sevgili yazarda aynı duygu baki:
Bir insanın adı nasıl bu olur Tanrım? Ne tür bir insanın adı bu olur? Hiç değilse
bu kadar metaforik. En Aydınlanmacı ruhlu zata bile gizli bir harf kimyasının
işaretini verebilecek olan bu adın bana demek istediği? Bilsem küs olur muydum
bir semte?
Onu size sormalı sayın bayan. Bu "bayan" hitabı çok alaycı kaçtı, biliyorum,
lakin Türkçemiz "sayın kadın" kalıbına pek el vermiyor. "Sayın yazar"ı da ben
tercih etmiyorum, içinde duygudaşlığımızın ipucu yok. Yine en iyisi "sevgili
yazar" olacak galiba. Nedir aramızdaki sahi? Beni yaşlandıran…sizi ölümsüzleştiren.
Farketmez. Aslında bugün, kötü teşbihe gerek var mı bilmem, "hislerimin tercümanı"
olacaktı kitabınız. Ama ondan yükselen kötümser uğultuyu duyup da bunun olacağına
inanmak çok zor artık. Kitap, duvarın yanındaki erkekler grubu, kara sessiz
telefonum, hiçbirinde o hal yok. O hal ve gidiş. Mutlu tesadüflerin vuku bulacağı
günler, herşeyi hafifleten bir koku olur havada ve zannımca burada, şu an teneffüs
ettiğim o değil. Aslında şu cümlelerle, kabahati ansızın şehre de atabilirdim
ki sizin de gururunuzu okşardı böylesi: "Istanbul aynı dediğiniz gibi sevgili
yazar: terkedilmiş. Ben böyle başıboş şehir görmedim. Hiç bir inanç, tılsım,
tanışıklık tutmuyor. Kafamızı boşaltıyor bu şehir. Taşralı geçmişimizin yerine
uyutucu-unutturucu Boğaziçi fotoğrafları koyuyor. Yazın Bebek'te edilecek kahvaltı
için tüm kış sokakların mutsuz yüzü olma imkanı. Hiç bir ithaf yerine ulaşmıyor.
Hiç bir söz tutulmuyor. Bakın ben bile O'nu beklediğimi unutup size hak vererek,
yine sizinle tuhaf bir monolog içine giriyorum."
Biri omuzuma dokundu. Dürtmek mi demeli? Taha. Zamanlaman hep mükemmeldir ey
"hayatın tutarlı bir bütün, sinematik bir hikaye olmadığı gerçeği"! Materyalizme
kendimi bundan daha yakın hissettiğim onlarca gece değil de, neden şimdi, neden
burada Manifesto Taha? Gel bakalım. Gel…geldi bile. Taha'nın "Naber?"i gümbür
gümbür, geridönüşsüz. Gecenin başından beri tek korkum buymuş. Konuşma. Görüşme.
Uzlaşma. "İyidir" diyorum "senden n'aber?" "İyi" diyor "dergi işleriyle uğraşıyorum".
"İyi ediyorsun". "İyi"lerimiz havada çarpışıyor…ve ikimiz de biliyoruz iyinin
anlamını. İkimiz de "iii" diyoruz zaten. İYİ değil. Taha üniversiteden. Taha
uzaktan. Parkasıyla, aheste aheste eski bir coğrafyayı hem kendine hem bana
dayatıyor. Her hali sinir bozuyor, her hali "okul bitti Taha" dedirtiyor. Karşımda,
son devrimci kuşağın gençlik ve yaşlılık motiflerinden bir sentez. Parkası ve
onu bu "içkili yer"e sürükleyen duygu aynı şeyin farklı zamanlardaki tezahürleri.
Oturuyor. Yüzündeki kararsız ifadeyi görünce teklifsizce ben teklif ediyorum
bunu. Oradan buradan konuşuyoruz. "Ora"nın "bura", "bura"nın "ora" oluşundan.
Ortak dertlerimiz çözümsüz. Zaman en acıklı zaman. Genç değiliz, yaşlı hiç.
Önümüzde ya da arkamızda değil hayat. Cebelleşilmek, "yeri geldiğinde anlatılacak
bir anılar topağı" kotarılmak üzere tam önümüzde duruyor. Taha'nın deyimiyle
"ben giderim o gider, yanımda tin tin eder" bir şey. Tanımlamada, tespitte üstüne
yok doğrusu. Sadece onun mu? Onun nezdinde mensubu bulunduğumuz tüm kuşağın.
Türkiye'nin en "iki arada-bi derede" kuşağı. Bizden öncekilere roman yazdıran
ne varsa hepsinin denendiğini, olmadığını, tutmadığını anlama bilgeliği ve onu
müteakip "yerine bir şey koyamama" çaresizliği. Sevgili yazarın değindiği gizli
harf kimyasının bu topraklarda karşılığı yok galiba. Taha, hatırladığımız son
muhalefeti Murtaza'ların ve Hüsniye'lerin yaptığını, Barış'ların ve Devrim'lerin
işletmeci olduğunu söylediğinde gülerek bunu düşünüyorum. "Sevgili yazar" ezberden
okuyor artık:
Adını anıp durmuşum. Adını neon taç yapmışım Istanbul'a. Bir aşk bu kadar geveze
olamaz, bu kadar zavallı. Mağrur ve ketum olmaktı bize öğretilen. Antep'e gittim.
Konya'ya ve Urfa'ya. "Unutmanın Zorunluluğu Üzerine Bir Manifesto"yla döndüm
geri: Alaturka Aşk Anlayışımıza Eleştirel Bir Bakış. Hiç bir şey yazıldığı kadar
edebi değil. Okuyacağım artık. Yazmayacağım.
Taha anlatıyor: biteviye, mutsuz, kısık sesiyle. Bu gece farklı manifestolardan
hayat devşirdiğimizi anlamıyor. Anlatmakta ve anlamamakta ısrar ediyor. Ama
korktuğum gibi olmadı. Başından beri bir monolog bu. Varlıklarını tesadüflere
borçlu ayaküstü dostluklarımı düşünüyorum ona bakarken. Ve tüm bu zırvalardan
ne kadar sıkıldığımı. Dinlersin, anlatırlar, anlatırsın, dinlerler VEEE -doğru
bağlaç "eeee?" olmalıydı- herkes aynı çekilmez sabaha uyanır. VEEE kendi sabahından
fazlasına uyanamaz kimse. VEEE beklemekle olmayabilir. Asla gelmeyebilir. Ve
o zaman "asla gelmeme ihtimali" sırtlanılabilir. Tüm adların simetrisi ve anlamı
dijital imzalarla silinebilir. Bir cep telefonuna bir isim, üzerinde çoğumuzunkinden
daha çok düşünülerek verilebilir. O cep telefonu, hiç düşünmeden daha yeni bir
başkasıyla değiştirilebilir. Hayat tamanen "bu" ya da " ~bu" olabilir. Taha
bir zamandır susuyor. Ben denememi konuştum. Taha/Daha ne bekliyor?
Bu yersiz "es"i fırsat bilen Taha'nın "belli ki uzun zamandır görmediği bir
arkadaşı" ansızın yanımızda bitiyor ve sırıtarak elini uzatıyor. Taha gencin
ismini söylüyor, sıra benimkine gelince anlamsız bir sessizlik oluyor. Daha
doğrusu ben bu sessizliğin farkına varana kadar karşılıklı bir anlayışsızlık
sürüyor. Zira bir kaç dakikadır, ikisi de bana "adınızı bahşeder misiniz?" sorusuyla
bakıyor. Bahşetmem. Bahşetmiyorum. Ne de olsa ben, adı anılmayan birini bekliyorum.
İmza yerine geçen numaraların, anlam yerine geçen adın, namın, nam-ı diğer "sevgili
yazar"ın cirit attığı böyle bir gece için de herkesten aynı hafıza kaybını talep
ediyorum. Öyleyse ne yapıyorum? Cep telefonumu kapatıyorum: ikimizin de sabaha
hazırlanması gerek. Kitabımı alıp ultramodern resmin yanından ağır ağır seyirtiyorum.
Denedim. Dediğim gibi, ben denememi konuştum.
İsmimi söyle…içindeki iyimser kuş unutturmayacak beni sana…
Sevgili yazar…keser misiniz?
|
 |
 |
 |
 |
 |