"Romeo, Romeo, sen nerdesin Romeo?"
Hı?! Anlamayıp karşımdakinin yüzüne bakıyorum. "Kim, ben mi?" "Of Güldeen, yani sende!'" diyor. Aaa, Tülin'miş. "Sen Romeo değil misin?" "Canım ben nasıl Romeo olurum; erkek bile değilim..." derken aklım başıma geliyor. Tülin elindeki kağıtları yere fırlatıp bir yandan söyleniyor, bir yandan sahnenin üzerinde geziniyor. "Ya kardeşim, ben söyledim bu böyle olmayacak diye. Profesyonellerle çalışsak olur mu böyle şeyler? Ol-maz. Ama neymiş efendim, Erhan Beyimiz bu kızı zor ikna etmiş, modern tiyatro herkesle yapılmazmış. Bu kız çok zekiymiş, bilgiliymiş... Bana ne be! BANA NE! Bu kız bir lise mezunundan bile aptal.
Utançtan kıpkırmızı olarak, başımı önüme eğiyorum. Dün gece sevdiğimin, omuz başlarımda kalan, o güçlü ellerine, esrik erkeksi kokusuna o kadar dalmışım ki, bir an unutuverdim işte. Doğru ya, modern tiyatro. Ben erkek rolündeydim, yani Romeo. Tülin de pek bir matah sanki. Daha repliklerini ezberleyememiş; elindeki kağıtlardan okuyor.
"Şekerim, hani konuşmuştuk ya, sen burada diyecektin ki..." "Tamam." diyorum. Yanıma gelen yönetmene. Aslında, pek bir yakın arkadaşım değilse de onu adıyla hitap edecek kadar tanıyorum. Ama burada o, Erhan Bey.
"Pardon. Dalmışım işte. Ama sen de hoş gör. Saat dokuzdan beri çalışıyoruz." Yönetmen, aman, yani Erhan, kolundaki saatine bakıp "Oo" diyor. "Haklısın. Geç olmuş. Yorulduk artık. Bugünlük bu kadar çocuklar. Yarın aynı saatte buradayız." Herkese iyi akşamlar diyerek ayrılıyorum salondan. Son otobüsü yakalamak için aceleyle toplanırken soyunma odasının arkasından malum tayfanın konuşmaları kulağıma çalınıyor. "Bu kız da bir acayip. Konservatuarın iki bölümünde ayrı ayrı tezleri var bu genç yaşta ama lise mezunu bir çocukla çıkıyormuş. Hem de kıronun tekiymiş." "Ayrıldılar." diyorum içimden. "Üstelik o, kıro filan değildi. Sadece doğulu. Bu yüzden de hiçbirinizde olmayan tertemiz bir yüreği vardı işte. Ama o kadar nefrete dayanamadı bu ilişki ve bölündü orta yerinden... Dün gece. Benimle birlikte. Kına yakın."
Gözlerimde, üzüntüden çok öfkeden birikmiş yaşları montumun yeniyle silerek, duraktan kalkmak üzere hareketlenen otobüse atlıyorum. Açık kapısı, sırtımı yalayarak kapanıyor. Elimde kitaplar, dosyalar, bir o kadarı da içine yığılı sırt çantamla zar zor yürüyerek boş bir yere bırakıyorum bedenimi. Bir külçe gibiyim. Külçe. Kadın gibi değilim. İnce, narin, alımlı kalçalarım, belim yok. Öyle savurarak gururla sergileyeceğim güzellikte saçlarım da... Onunkiler gibi... onunkiler.
Ah Tülin, Tülin; kalbimi çok kırdın. Oysa ben seni ne çok beğeniyordum; uzaktan da olsa. Hep senin kadar mağrur, sakin bir kadın olmayı hayal ederdim. Ama artık eminim ki sen benden hiç hoşlanmıyormuşsun. Kim bilir belki "Ne şapşal kız, daha kendini bulamamış, amatör topluluklara takılıp kalmış" diyordun içinden. Ben, sen ve senin gibilere yakın olmak için buradayım oysa. 'Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri' gibiydiniz siz. Yoksa Romeo ve Juliet'in modern versiyonundan bana ne! Dramaturg pasajlarım benim neyime yetmez?.. Ne yapıyorum ben bu züppe oyuncularla ya? Çekip gitmek istiyorum. Şimdi Murathan olsa "Batan gemiyi ilk fareler terk eder." derdi. Fareler bir an için gözüme bu insanlardan daha sevimli görünüyor. Ben seni taa okul döneminden bilirim Tülin Hanım. Benden alt sınıftaydın. Ama iyi bir oyuncu olacağından emindim. Bir gün gelip, bu ihtişamınla, bakımlı halinle, en iyi oyunlarda başrol oynayacağını da biliyorum. En üst mertebelerde görev alacağına... Ama adam olamadıktan sonra, mertebe dediğin nedir ki? Vezir değil, padişah olsan ne yazar gülüm! Hem biliyor musun, seninle adaş iki arkadaşım var benim. İkisi de senden daha az akıllı ama, ikisini de senden daha çok seviyorum. Niye mi? Biri dostluğa tapıyor, diğeri emeğe; sen ise sadece kendine. Yine de güzelsin, güzel. Devran senden yanayken henüz, doya doya tapın... "Kart, kart!" diyen bir sesle irkiliyorum. Öyle sinirle bindim ki otobüse, kart basmayı unutmuşum. Epeydir söylenen şoförün sinirli yüzü, dikiz aynasından gözüme ilişince, "Pardon." diyerek, gidip kartı basıyorum. Geri dönüp yerime otururken, gözüm, önümde oturan adama takılıyor. Arkası çökmüş kahverengi ayakkabıları çamur içinde. Nefti yeşili bir gömlek ve kirlilikten siyah mı, gri mi olduğu belli olmayan bir pantolon giyiyor. Yıkana, ütülene parlamış da üstelik. Ellerini kavuşturmuş kucağına, tam apış arasına koymuş. Yüzü buruş buruş. Üstünde işçilerin giydiği, hani "Kızılay dağıtmış." diye dalga geçilen o lacivert gocuklardan var ve neredeyse üç gündür hiç traş olamamış gibi görünüyor. "Ne kötü!" diye geçiriyorum içimden. "İşte kıro diye buna denir." Başımı iki yana sallıyorum. Yazıklar olsun. Ben de onların değer yargılarını, onların ölçütlerini kullanır oldum. Düşüncelerine dahil olmaya başladım. Onlarla aynılaşıyorum. Bööğk! Kendine gel kızım Gülden.
Ama üzerimde gezinen o bakışları hissedince, başımı kaldırıp adamın yüzüne bakıyorum. Öyle itici ve rahatsız edici ki "Acaba haklılar mı?" diyorum. Acaba görüntü, bir şeyleri genellememizi haklı çıkartır mı? Şimdi bu adam, kirli tırnaklı elleriyle sakalını sıvazlarken ne düşünüyor olabilir yani? Evet evet, kesin koluma bakıyor. Şu beyaz tenime. Montumun yeninden sıyrılınca, kartı basarken gördü elbet. Olamaz! Bu herif ya beni düşünüyorsa. Bu, o korkunç yaratığın fantezilerinin bir parçası olacağım anlamına geliyor. Ne iğrenç! Huzursuzca yerimde kıpırdanıyorum. Hınç dolu gözlerimle suratına dimdik bakıyorum. Başını önüne eğiyor.
Sıkıntıyla ayağa kalkıp kapıya yöneliyorum. Bu herifin bakışlarını üzerimde hissetmektense bir durak önce inip yürürüm daha iyi. Kapılar açılıp kapanıyor. Kendimi karanlık sokakta buluyorum. Adımlarımı hızlandırıp yürürken arkamda bir ayak sesi duyuyorum. Ardından "Gülden Hanım!" diyen biri... Eyvah! Bu o. Beni takip ediyor. İsmimi nereden biliyor? Tam arkamı dönüp hışımla elimdeki dosyayı kafasına geçirmeye hazırlanmışken elindekini gösterip konuşmaya başlıyor:
"Künyenizi düşürdünüz Gülden Hanım." Bileğimin boş olduğunu fark ederek irkiliyorum. Uzattığı altın zinciri alıp kekeleyerek "Teşekkürler." diyebiliyorum. Boş gözlerle yere bakıp "Ölen kızımın adı da sizinkiyle aynıydı." diye mırıldanıyor. Sonra başını kaldırıp "İyi akşamlar Gülden Hanım." diyerek uzaklaşıyor. Bir anda fırlayıp kolundan tutuyorum.
"Siz beni bir yerden mi tanıyorsunuz?" "Ben sizin çalıştığınız tiyatronun temizlikçisiyim." diyor. "Hani geçen yıl kızım öldüğünde başın sağolsuna gelmiştiniz."
O uzaklaştıktan epey sonra, durağın yanındaki kaldırım taşının üzerine çöküp böğürerek, kana kana ağlıyorum.