Bir Gamze-Bir Kuştüyü Yastık

Gülseren Tuğcu Karabulut

 

      “Kuştüyü bir yastık aldım odandan. Artık Burgaz ben-im gemim" diye yazmış Suat kalın deftere. Burgaz, bu Aralık sabahını soğuk karşılıyor. Gene de sevinçliyim, Suat burada.

      Sait'in evindeki - müze diyemiyorum bir türlü, içinde hala sıcak kuştüyü yastıklar barındıran bir yuva çünkü o - yaşlı, gülümserken gamzeli hanıma ve kedisine veda ettik. Kuzenim Saliha, bu hanımın, Sait'in evine genç bir kızken, beyaz saten bir elbiseyle faytonla geldiğini duymuş. Senelerdir bekçilik yapıyor orada, eski, özenle katlanarak yatağın üstüne konmuş pijamaların, Sait'in el yazısı mektuplarının, eski fotoğrafların, konsol üstündeki hamam taslarının, nedense bindokuzyüz yetmişiki yılına ait Varlık dergilerinin, bir havanın, uzun bir soluğun bekçiliğini.

      Birbirimize takılarak, tabelalardaki sokak adlarından hoşnut, peşimizde bir alay irili ufaklı kedi, Kış Bahçeleri Sokağı'ndan sahile, Gezinti Caddesi'ne çıktık. Kahvede birer fincan çay içtik. "Ya nasip" sandalından balık aldık, eve yollandık. Öğle yemeğinden sonra üstümüze çöken miskinliği, kelime oyunu oynayarak itelemeye çalıştık. Sedat - eşim - uykuya atladı. Biz Suat'la fazla konuşmadan, çiseleyen yağmura, gittikçe kararan havaya, belki kurşuni, belki soğuk ama martılara kucak açan denize bakarak Ada'yı sindirdik içimize, uzandığımız kanepelerde.

      Ayın - hem de dolunay - bulutlardan sıyrılıp kendini gösterme savaşında olduğunu anlayınca "Yürü Suat, dolaşalım biraz, akşam yemeğine de, senin 2l.l0 vapuruna da daha çok var" diyorum. Suat fırlıyor uzandığı yerden, uzun İskoç paltosunu giyiyor, atkısını alıyor, ben çizmelerimi, mantomu kapıyorum... dışarıdayız artık. Kış ortasında genzime dolan bu hanımeli kokusu da ne?

      Gezinti Caddesi'nin solundan giden yokuş Gönüllü Caddesi ki, ben ona Gönül Yolu adını daha çok yakıştırıyorum. Suat'a da söylüyorum bunu, "doğru" diyor.

      "Burgaz'da adada bir cadde... niye her şeyi şehirleştirmek isteriz ki.... Yakınlarda Bulvar da deyiverirler, bir tabela asıverirler burada bir yola ... işte o zaman hapı yutarız"

      Gönül Yolu'nun iki yanındaki evler ıssız. Bazılarında bekçileri oturuyor belli. Kimileri epey eski olsa gerek, ancak bakımlı. Bazen beton yapılar da göze çarpmıyor değil ama görmezden geliyoruz onları, sessizce, başımızı eğerek geçiyoruz yanlarından.

      Hızlı çıkmış olmalıyız yokuşu, nefes nefeseyiz. Soluklanmak için duruyoruz bir an ... hava enikonu kararmış. Başımı çevirip etrafıma bakınıyorum... hınzır, zaptedilemez hayalgücüm işlemeye başlıyor.

      "Bak Suat, soldaki merdiven yolun tepesindeki eski eve bir bak."

      Suat dönüyor, işaret ettiğim evi inceliyor. "İçinde hem yaşayan var, hem de yok gibi" diyor.

      Yüreğim çarpıyor, heyecanım Suat'a da geçsin istiyorum. "Var mısın" diyorum, "bir öykü yaşayalım seninle bu evde."

      Gözleri parlıyor "hadi" diyor, "çıkalım yukarıya, şu eve bir bakalım."

      Korkudan mı, heyecandan mı, soğuktan mı, titriyorum. Suat atkısını uzatıyor... Neydi o filmin adı? ... Tamam ... Kan ve Gül olmalı. Çok küçükken seyretmiştim. Adam, kadınla soğuk bir gece mezarlıkta karşılaşır ... kadının üstünde beyaz, ince bir elbise vardır yalnızca ... Adam kadına atkısını vermek ister ... kadın, duygusuz, çivi gibi bakışlarla, kolunu uzatarak durdurur adamı ... Genç kadının vampir olduğunu da anımsıyorum. Kadını canlandıran artist Catherine Deneuve müydü acaba? Ama nedense Vadim'inkilerden biri olmalıydı diye düşünüyorum.

      Sıcak atkıya gömüyorum boynumu. Bahçeyi geçiyoruz ... çiçekler, ağaçlar bakımlı ... Kuru yaprakların bir araya toplanmış olduğunu farkediyorum. Giriş kapısına ulaşan beş basamağı teker teker, özenle sayıyorum. Sağ duvardaki zile cevap veren yok. Suat kapıyı vuruyor önce, hafifçe de itiyor ... açılan kapıdan içeri iki adım atıyor ... Ben hala kapıdayım.

      "Dönsek mi Suat?"

      "Hayır" diyor acımasız, "fikir senindi, sen istedin, yaşayacağız, gel içeri".

      Küf kokusu mu var etrafta? ... bana mı öyle geliyor? Dişlerimi sıkıyorum ... bakınıyorum ... Geniş çok geniş bir salon ... Dip taraflara, karanlıklara doğru, bu salona açılan yüksek kapılar ve yukarı çıkıyor olmalı, bir merdiven var. Soğuk ... karanlık ... eşyasız da.

      "Peki şimdi ne yapacağız?"

      "Yukarı" diyor.

      "Bak burası iyi ... göreceğimizi gördük ... bomboş bir ev işte ... sonra hakkımız yok ki elalemin evini adeta zaptetmeye ... dönelim ne olur!" Sızlanıyorum ... acındırmaya da çalışıyorum ... olmuyor, "Daha yukarı” diyor, "bu, işin kolay tarafıydı, niye başka yerlere bakmayalım? Göreceklerimizi, görebileceklerimizi merak etmiyor musun?"

      Israr etsem çıkmayabilirim tabii ki ... o da zorlayamaz beni daha fazla ama ... ama merakım, korkumdan daha ağır basıyor ... nazlanmıyorum artık.

      Suat önde, ben arkada tırabzanlara tutunmuş, dikkatle çıkıyoruz basamakları. Bir geniş, uzun antre çıkıyor karşımıza ... Kapılardan birinin yanında, duvarda bir aplik yanıyor ... Suat kapıyı açıyor, ben hummalı, "yeter" diyorum, "çok ileri gidiyoruz." Oda küçük, sıcak ... odun yanıyor ocakta.

      "Burada birileri yaşıyor, biliyorsun değil mi Suat?" diyorum. "Öyle olmalı, gel şöyle koltuklara oturalım, şuradaki mumu da yaktık mı fon tamam sayılır." Mumu alıyor, odunlardan tutuşturuyor, tabağa oturtuyor. "Şimdi sıra müzikte" diyor, "nasıl bir müzik istersiniz hanımefendi?" Düşünüyorum ... Debussy olmaz, Beethoven hiç olmaz.

      "Bak" diyorum, "etrafın müziğini duyabiliyorum ben ... Şu dalgaların melodisini ... martıların ona eşliğini ... bu evin, melodiye kanon yapan kendine has notalarını ... ayın bulutlardan kurtulmaya çabalarkenki hışırtısını duyuyorum ... Bu müzik ... bu senfonik şiir güzel Suat ... tam olması gerektiği gibi."

      Pencerenin yanına gidiyoruz, "evet" diyor Suat, "hele hışırtıyı çok yakından duyuyorum ... sanki bir etek ... saten ... yerlerde sürünüyor."

      Dalgın dinliyorum bir zaman, Suat'a dönüyorum sonra, gözleri büyümüş, kapıya bakıyor, Başımı çeviriyorum usulca ... gene ürkek, çok genç bir kız görüyorum kapıda, gülümseyen ... ağzının iki yanında gamzeler ... Bu gamzeler yabancı değil.

      "Merhaba" diyorum "biz çok saygısızlık ettik değil mi? ... Boş zanettik burasını ... bağışlayın ... eski ev merakımıza verin ne olur." Nasıl söyleyebiliyorum bunları bir çırpıda, kendim de şaşıyorum ... susuyorum hemen.

      "Oturun" diyor genç kız "ben biraz odun almaya gitmiştim dışarı, zor oluyor bu ahşap evi ısıtmak, sizin eviniz mi var Burgaz'da? Seyran Deresi'nde mi oturuyorsunuz?"

      "Yok ... biz Gezinti Cadde ..." diyecek oluyorum ... zihnim karmakarışık ... gene susuyorum. Genç kız kime benziyor? Kendimi çok yokluyorum ... sonuçsuz. Sormak da ayıp olur diye düşünüyorum. Sonra bakıyorum ... odada sadece ikimiz varız ... o ve ben.

      "Pardon" diyorum "arkadaşım nerede acaba?"

      Genç kız adının Asiye olduğunu söylüyor, "hangi arkadaşınız?" diyor.

      "Suat, arkadaşım ... o nerede?"

      Asiye gülümsüyor; "Sait'ten bahsediyorsunuz, ama şimdiye kadar yanlışlıkla da olsa Suat dendiğini hiç duymamıştım."

      Gene kapanıyorum içime umutsuzlukla. Asiye çay getiriyor, hemen içiyorum sıcak sıcak. Biraz toparlandığımı hissedince "peki" diyorum bu defa, "Sait nerede?"

      "Elini yüzünü yıkıyor, iki gündür Ada'ya uğramamıştı, Erenköyü'nde arkadaşında kalmış geçen gece son vapuru kaçırınca. Yeni geldi, biraz yorgun ama neredeyse yanımıza gelir."

      Ah Yarabbim! Suat, neredesin?

      Ayak seslerini duyuyorum kapıya doğru yaklaşan ... Koltukta iyice geriye yaslanıyorum ... gözlerimi kapatıyorum. Suat ... gelsene!

      Kapının açıldığını duyuyorum, sonra bir ses "Hoşgeldiniz" diyor, "niye gözleriniz kapalı? Uyuyor musunuz?"

      Bu ses Suat'ın değil. Gözlerimi açıyorum ... orta boylu, ince, yanakları çökükçe, bir gözü sanki ... belki de loş ışıkta bana öyle geldi.

      "Biliyor musunuz" diyor adam Asiye'ye, "yolda bizim Karabaş'a rastladım, gözlerinden anladım, onda da bana sevda var." Çocuk gibi seviniyor birden, kıs kıs gülüyor. Asiye de gülümsüyor, gene iki yanağında gamzeler. Sonra aralarında usul usul, mırıl mırıl bir konuşma başlıyor. Bir Adapazarı sözcüğünü yakalıyabiliyorum ... bir de validanımı. Asiye, bir çay da Sait Bey'e getiriyor, bana dönüyor, "gene bekleriz" diyor, kapıdan çıkıyor.

      Sait Bey karşımdaki koltuğa oturuyor, "Sahildeki balıkçıyı gördünüz mü?" diyor, "yarın onun topal martıyla randevusu var."

      "Hangi balıkçı" diye geveleyecekken her şeyi anlıyorum, "tamam tamam" diyorum, "sabah sizin evden ayrıldıktan sonra sandalında oturup cigara tüttürdük, sizden konuşmuştu tatlı tatlı."

      "Benden konuştu öyle mi?" diyor, "peki siz neler yapıyorsunuz bakalım?" "Ben neler mi yapıyorum? ... Ben ... Seyran Deresi'nde, evet Seyran Deresi'nde oturuyorum ... arada bir Gönül Yolu'nda yürüyüşlere çıkıyorum ... size uğruyorum ... Asiye ile dertleşiyorum ... ben, sonra ... sizi seviyorum ... diğerlerini de, şu birtakım insanları ... bana daha önce anlattığınız, geçen hafta köprü üstünde görüverdiğim yarı çıplak, kara çevik bacaklı çingene çocuğu, onun boya kutusunu, siyah parmacıklarını, çatlak topuklu ayacıklarını seviyorum ... ama ... ama galiba ipekli mendileri pek sevemiyorum ... hani, elinizin içindeyken itaatli, avucunuzu açınca fışkırıveren ..."

      Sait Bey başını sallıyor, gülümsüyor, bir gözünde bir pırıltı görüyorum. "Biliyor musunuz?" diyor, "biliyorsunuz, bir insanı sevmekle başlar herşey, ben çok ümitliyim yahu ... herşeyden ... herkesten ... sizlerden."

      Ayağa kalkıyorum, "Yordum sizi" diyorum, "yarın yapacağınız bir sürü iş vardır ... sizi bekleyen bir sürü insan ... Belki Kınalı'da bir evi ziyaret edeceksiniz ... kameriyeli bir mezarı da ... Sonra şehre geçip, bir arkadaşınızla Menekşeli Vadi'ye uğrayacaksınız."

      "Alemdağ'a da çıkabilirim dönüşte" diyor gülümseyerek.

      Pencereye yaklaşıyorum, rüzgar durmuş, ay ortada, bulutlar iyice dağılmış, yarına egemen olacak pembeliği bile görebiliyorum gökyüzünde, denizin üstünde ayışıklı bir yol uzanıyor, bir vapur, - yoksa 2l.l0 mu? - Heybeli'den kopmuş geliyor. Suat bu vapurla Bostancı'ya gitmiyor muydu? Acele etmeliyim.

      "Hemen gitmem gerek" diyorum, Sait Bey'e dönüyor, elimi uzatıyorum. Ellerimi ellerinin arasına alıyor, "Gene gelin" diyor, anlıyor da hep geleceğimi, gülümsüyor, göz kırpıyor.

      Koşarak merdivenlerden iniyorum. Merdiven sahanlığında Suat'ı görüyorum, soruyor "Her şey tamam mı?", Her şey çok güzel" diyorum. Kapıyı özenle çekiyoruz arkamızdan. Gönül Yolu'ndan aşağı bir koşu tutturuyoruz. Suat, ani doğan bir Burgaz bestesi mırıldanıyor. Melodiyi bilmeden ıslıkla eşlik etmeye çalışıyorum nefes nefese koşarken. Eve geliyoruz, dar merdivenlerden aynı hızla, itişe kakışa yukarı çıkıyoruz. Suat çantasını alıyor. Sedat uyanmış, dinlenmiş bir yüzle nerelerde kaldığımızı soruyor. Anlatacak çok şey olduğunu söylüyorum ona, "hadi Suat'ı yolcu edelim" diyorum. Vapur yanaşmak üzere ... İskeleye hızlı adımlarla yürüyoruz. Suat dikkatli, vapura atlıyor, halatlar geri alınıyor, motorların homurtusu artıyor, vapur harekete geçiyor, önce geri geri ... sonra burnunu açıklara veriyor. El sallayan Suat'ın yanında ayakta duran yaşlı bir hanıma gözüm ilişiyor birden. Yaşlı hanım bir bana, bir Suat'a bakıyor, gülümsüyor, yanaklarında gamzeler sallıyorum. Suat, hanımın elindeki valizi alıyor, birlikte aynı kanepeye oturduklarını görüyorum. Sesleniyorum Suat'a olanca sesimle "Kuştüyü yastığı unutma sakın Suat, sakın unutma!"

 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş