"Gece ile beraber nal sesleri geliyor.
İnsana kaçmak ve uzaklaşmak arzularını
doğuran nal sesleri..."
Sait Faik Abasıyanık,
"Gece ve At"
"Sait Faik saatine baktı. "Bana müsaade,
bir randevum var da..."
O.T.Özmez, "Sait Faik'le Son Konuşma,"
Mavi Dergisi, Haziran l954
Aralık ayının üçüydü. Cemal annesini daha yeni vermişti toprağa. Üstüne üstlük sevgilisinin ailesi de "Görüşmeyeceksiniz, onaylamıyoruz" diye parmak sallıyordu. Bütün dünya üstüne geliyor, gökyüzü başına iniyor gibiydi.. Banyonun kapı eşiğine yıkılıp ağzına bir havlu tıkadıktan sonra, var gücüyle bu yüzden bağırmıştı. Alıp başını gitmek, bir yerlere sığınmak istiyordu gene. Belki geçmişe, belki yitirdiği sıcaklığı ona verecek ve onu annesi gibi bağrına basacak birine gitmek istiyordu.
Latife.
Başka biri olamazdı. Havluyu ağzından çıkardığıyla çarçabuk hazırlanıp yola koyulmuştu bile. İstanbul'a gidiyordu, Latife ve eşi Turan'ın Burgaz'a, Gezinti Caddesi üzerindeki evlerine. Üstündeki yükün yarısı, Cemal daha yola koyulduğunda uçup gitmişti.
Somyada sırtüstü yatıyordu. Latife'nin kedisi Suna, Cemal'in göğsüne kurulmuş, patilerini de sağ elinin üstüne koymuştu.
Huzur.
Deniz adayı gerilere iteklemek ister gibi yükleniyordu kıyıya. Duymazdan geldi. Güneş batalı çok olmuştu. Latife ile Cemal göğe dikmişti gözlerini; ayın bulutlar arasından kurtulmasını bekliyorlardı.
"Turan, Cemal, hadi kalkın! Yemekten önce biraz yürüyelim," diyerek yerinden fırladı Latife.
Latife'nin böyle ani kararlarını çok severdi Cemal. Hele bir yerlere gitmek, gezmekle ilgili olursa, bu kararlara büyük bir şevkle hemen uyardı. Yaşama bir sürpriz katmak kararı onu hep heyecanlandırırdı.
Turan isteksiz. Televizyonda maç izleyecek.
Cemal'in "Yaşasın, ay da çıktı!" diyerek ayağa kalkması üzerine Suna korkup somyanın altına gizlendi.
Latife'nin verdiği karar hemen değişebilirdi, bu yüzden Cemal, bu gezintiye çıkmaya çok hevesli olduğunu hemen göstermeliydi. Paltosunu, çizmelerini giydi. Atkısını da kaptığıyla merdivenlerden aşağı indi. Dış kapıyı açar açmaz deli bir rüzgar doldu merdiven boşluğuna.
Birazdan Latife de çıktı dışarı. Çıkar çıkmaz da ürperdi.
Cemal atkısını ona verdi. Latife atkıyı boynuna sardı. "Cemal'di, yapardı," diye takıldı.
Gezinti Caddesi'nden sola, yokuşa vurdular bedenlerini sessizce. Yokuşun başına geldiklerinde soluk soluğa kalmışlardı.
"Niye bölye hızlı çıktık Cemal?" diye sordu Latife.
"Bilmem. Sahi neden?"
Yavaşladılar. Yolda kimse yoktu. Ay yeniden saklanmıştı. Gök çatırdıyordu.
"Kış geldi Latife. Ne yapacaksınız kışın burada?"
"Buranın kışı bu kadar. Deli rüzgar, yağmur ve karanlığın dinginliği. Olup olacağı bu."
Giderek, yola daha da koyu bir karanlık çökmeye başladı. Köpek havlamalarının ardından da yağmur iniverdi üstlerine.
"Dönelim mi Cemal?"
"Nereye?"
Latife, bu karşılıktan doğru şeyi mi anladım der gibi Cemal'e bakarken, Cemal merdivenli bir yokuşun sonunda iki katlı, ahşap bir ev gördü. İçinde ışık var gibiydi. Evi, Latife'ye de gösterdi. Cemal'I bir heyecan almıştı ama Latife ürkmüştü.
"Gel merdivenlerden çıkıp şu eve yakından bakalım," dedi Cemal.
"Tut ki çıktık," dedi Latife.
Çıktılar.
"İşte geldik Latife. İçeri girelim mi?"
"Tut ki girdik."
Cemal girdi.
Evden içeri girişini bir şimşekle kutladılar.
"Evin girişinde ne olsun. Üstünde bir küme anahtar, birkaç da tanıdık kitap."
"Yerde halı olsun mu?"
"Hayır" dedi Latife. "Kilimler olsun. Sağda oturma odası. Şömine. Şöminede ateş olsun. Evde biri olmalı. Şöminenin üstünde birbirine bağlı iki gümüş çerçeve olsun. Birinde senin resmin var Cemal. Ötekinde başka bir çocuğunki. Güleç yüzlü bir çocuk Cemal, çıkalım artık bu öyküden..."
"Ne dedin?"
Cemal, Latife'yi duymuyor. Eski sandığın üzerinde iki kitap. Kitaplara yakından göz atacaktı ki ani bir kararla anahtarları avuçladı. Çıkardıkları ses üzerine, gerisin ge-ri sandığın üzerine bıraktı anahtarları. Tam o sırada, Cemal'in a-çık bıraktığı kapıdan bir kadın girdi içeri. Cemal bu kadını iyi tanıyordu.
"Hoş geldin Cemal."
"Hoş bulduk."
"Biraz geç kaldın ama çay kararmadan yetiştin. Saçın da ıslanmış. Yağmur yağmaya başlayınca şöminenin önüne bir havlu koymuştum senin için. Saçlarını kurutsan iyi olur."
Cemal saçlarını kuruturken, o da çayları koydu. Bu evde hiç yabancılık çekmiyordu Cemal. Sanki kurulmuş gibi, düşünmeden ve kaygısızca hareket ediyordu.
"Çok teşekkür ederim. Zahmet etmişsiniz."
"Hala tek şekerli mi içiyorsun çayını Cemal?"
"Evet."
Mazisi olan bir rahatlık gelmişti üstüne Cemal'in. Bu ilgiyi bir yerden anımsıyordu. Sanki kim olduğunu biliyordu ve aradığı sığınağı bulmuş gibi içi rahattı. Bardağına şekeri koyduktan sonra, şöminenin solundaki sandalyeye yerleşti. O da, çayını alıp Cemal'in karşısındaki koltuğa oturdu.
"Astımınız nasıl oldu? Gazetede okumuştum. Sonra, birdenbire ortadan kayboldunuz. Gazeteler rahatsızlığınıza bağlamışlardı."
"Evet, doğruydu. Astımım için ada havasının iyi geleceğini söylemişti doktorlar. Çocukken bundan haberin olamazdı tabii. Biraz daha iyiyim. Yıllardır da yazmıyorum."
Cemal'in aklı eski sandığın üzerindeki kitaplarda kalmıştı. Çayı sehpanın, üzerine bırakıp kalktı. Sandığın yanına gidip üzerindeki kitaplardan birini aldı. Kitabın başlığı "Bir Gamze, Bir Kuştüyü Yastık" idi. Yazan Nezihe Çoker.
"Yazmayı neden bıraktınız? Kitapçılarda önce sizin öykülerinizi, romanlarınızı arardım. Bunu okudum. Öyle beklenmedik bir şekilde ortadan kayboldunuz ki. Bir süre takma adla yazdığınız bile söylendi. Öteki kitap yeni mi?"
Öteki kitabın adı yoktu.
"Bu kitabın adı yok ama."
"Ben yazmadım ki. Daha doğrusu daha yazılmadı. Dikkatli bakacak olursan, sayfaları da boştur."
"Hiçbir şey anlamıyorum."
"O senin kitabın. Sen yazacaksın Cemal. Sen beni tanımadın yavrum. Asıl Nezihe Çoker benim takma adım. Ben Nezahat teyzen. Kenan'ın annesi."
Elinde boş kitap, öylece kalakalmıştı Cemal. Yıllardır zevkle okuduğu yazar, yatılı okuldaki en sevgili arkadaşı Kenan'ın annesi, Nezahat Teyze...
Yatılı okulda, çarşambaları veli ziyaret günüydü. Arkadaşları velileriyle görüşürken, Cemal bir ağacın arkasına saklanır, imrenerek onları izlerdi. Ailesi Ankara'da oturduğundan Cemal daimiydi, ziyaretine gelen olmazdı. Bir gün Nezahat Teyze, Cemal'in ağacın arkasında saklandığını görmüş, Kenan'a Cemal'i çağırmasını söylemişti. O günden sonra da Nezahat Teyze ikisini ziyarete gelmeye başlamıştı. Kenan da hiçbir zaman kıskanmamıştı annesinin Cemal'i de kendi çocuğu gibi bağrına basışını. Bir keresinde antep fıstığı getirmişti Nezahat Teyze. Cemal, o günden sonra, büyük ablasının Almanya'dan gönderdiği otuz lira harçlığın bir kısmını antep fıstığı almak için ayırır olmuştu. En büyük lüksü buydu. Kenan'la her şeyi üleşirdi. Hatta, ablasının Almanya'dan getirdiği traş losyonunu da yalnızca ikisi sürünür okulda caka satarlardı.
"Kenan'ın sana iki buçuk lira borcu varmış. Bin dokuz yüz altmış yedinin iki buçuk lirası şimdi kaç para ederse, borcumu ödemek isterim."
"Aman rica ederim Nezahat Teyze. Ya ben size borcumu nasıl ödeyeceğim?"
"Ne borcu yavrum. Kenan'dan ayırt etmedim ki seni. Sen de benim bir oğlumsun. Bak şöminenin üzerindeki çerçevelerde ikinizin fotoğrafları duruyor. Geleceğinden emindim."
Cemal, boş kitap elinde yerine geçerken, fotoğraflara baktı. Kenan'ın okul yıllığı için çektirdiği son fotoğraftı bu.
"Nezahat Teyze, bir ara ziyaretleriniz seyrekleşmişti. Galiba Nazım amca rahatsızdı. Sonradan öğrendik gırtlak kanseri olduğunu. Kenan'a hiç söylemedik. Hiçbir zaman öğrenemedi."
"Bir bardak çay daha istermisin?"
"Evet, lütfen. Çayı çok severim. Yatılı okulda hep soğuk çay içerdik. Koca koca çaydanlıklar konurdu masaya. Biz yemekhaneye inene kadar çay buz gibi olurdu."
Nezahat Teyze, yeniden çay doldururken "Kenan'dan söz et biraz," dedi.
"Sarışın oluşu ve kıvırcık saçlarıyla dikkati çekerdi Kenan. Hazırlık ikideydik. Siz o zaman, Kocamustafapaşa'da oturuyordunuz. Daha sonra, bizim için yapacağınız köfte, patates kızartmaları için hafta sonları koştura koştura geldiğimiz o küçücük apartman dairesinde. Annemi aratmadınız. Size hep minnettardı annem. Ne zaman yatılı okuldan bir arkadaşım arasa, "Kenan mı?" diye sorardı. Beni okula teslim ederken meğer sizinle tanışmış, beni size emanet ettiğini daha sonra öğrendim. İlk okuduğum roman Arkadaş Islıkları'yla da sizin evde tanıştım. Evinizin sıcaklığını ve Kenan'la "For Your Information" nakaratlı bir şarkı eşliğinde dans edişimizi unutmadım. Hele köfteleriniz. Annemin köftelerini aratmazdı."
"Annen olanları öğrendi mi?"
"Hayır, ona söyleyemedim. Söylemek kabul etmek olacaktı. Kenan'ı unutmaya çalışmak olurdu. Arkadaş ıslıklarına kulak tıkamak gibi bir şey...
Kenan matematikte çok iyiydi. Bir gün, öğretmenimiz Mrs. Dıblan benim yüzümden onu cezalandırmıştı. Yazılıda, içinden çıkamadığım bir problem için Kenan'dan yardım istemiştim. Kenan da bütün iyi niyetiyle kağıdını bana göstermeye çalıştı ama Mrs Dıblan'a yakalandı. Mrs Dıblan, benim değil de Kenan'ın kağıdını aldı, "Shame on you!" diye bağırdı. Ben hep suçlu hissettim kendimi Nezahat Teyze. Ama Kenan, bir gün olsun yüzüme vurmadı."
"Bundan bana hiç söz etmedi."
"Etmez tabii. Kendisine güveni sonsuzdu. Nitekim o yazılıdan aldığı sıfırı kısa sürede düzeltti. Üstelik, benimkinden daha yüksek bir ortalamayla da geçti sınıfını. Bu olaya değin sıradandı arkadaşlığımız. Sonra kaçınılmaz olduk birbirimiz için. Arkadaşlığımız kardeşliğe dönüştü. Geceleri battaniyeyi başıma çekip ağladığımı bir tek o bilirdi. Yatılı okulda ilk yıllar çok zor geçiyordu. Ankara'ya, annemlere yazdığım mektuplarda hasretten hiç söz etmiyordum. Ama geceleri, gözyaşlarımı dizginleyemiyordum. Kenan beni masa tenisinde hep yenerdi. Bana satranç da öğretmeye kalkıştı ama nafile. Zeka oyunlarında pek becerikli değildim, ne yalan söyleyeyim. Kenan, kısa sürede zekasını herkese kanıtladı ve okul takımına girdi. Kim bilir ne denli gururlanmışsınızdır İstanbul üçüncüsü olduğunda. Ben hiç öğrenemedim satrancı. Ama bir kez de ben onu yendim."
"Çayını soğutma."
"Bir keresinde de, Türkçe öğretmenimiz Aynur Hanım İstiklal Marşı'nı ezbere en iyi kim okuyacak yarışması açmıştı. Kenan'la ben finale kalmıştım. Jüri bütün sınıftı. Aynur Hanımın da tek oy hakkı vardı. Sınıfın önündeydim işte. Ter içindeyim ama. Bütün gücümle şiiri bir solukta okudum. Kenan nasıl okudu hiç anımsamıyorum. Öyle heyecanlanmışım ki Kenan'ı hiç dinlememişim. Açık oylama yapıldı. Aynur Hanımın oyu Kenan'a idi ama sınıfın çoğunluğu beni seçmişti. Ödülü ben aldım. Louisa M.Alcott'un Küçük Erkekler adlı romanı. Aynur Hanım kitabın ilk sayfasını 'Bütün hayatınız boyunca başarılı olmanız dileğiyle...' diye imzaladı. Tarih, dört ekim, bin dokuz yüz altmış altı."
"Ne güzel. Çok sevinmişsindir."
"Hayır, hiç sevinemedim. Sınıfın çoğunluğunun beni seçmesi değil, Aynur Hanımın oyunu bana vermemesi daha çok etkilemişti beni. Kenan'sa benim kazanmama çok sevinmiş, üstelik 'Oy verme hakkım olsaydı, inan ben de seni seçerdim' diyerek boynuma sarılmıştı."
"Kenan'dı, yapardı."
"Efendim?"
"Peki, sonra?"
"O romanı hiç okumadım. Okumak gelmedi içimden. Yıllardır kitaplığımda durur, zaman zaman elim gider, ama yok, okuyamıyorum."
O sırada Nezahat Teyze yerinden kalktı.
"Niye kalktınız? Ne olur benim için yorulmayın artık,"
"Sana ait bir şey var bende. Bir dakika."
Nezahat Teyze, oturduğu koltuğun yanındaki komodinin üst çekmecesinden bir kutu çıkarıp Cemal'e uzattı.
"Aç bakalım."
Okul bahçesindeki asırlık çam ağaçlarının kopup yere düşen kabuklarından heykelcikler yapardı Cemal. Yeri sımsıkı kavramış bu görkemli ağaçlardan çok, kendinden desenli bu sahipsiz kabuklar dikkatini çekerdi. Onlara yeni bir şekil vermek, işlemek, yerden kaldırıp yeni işlev kazandırmak istediğini şimdi anlıyordu. Kendini ağaç kabuklarıyla özdeşleştiriyor, hem kabuklara hem kendine yeni bir yaşam kuruyordu. Belki de kendini yeniden yaratıyordu. Bir ara, bu "yapıtlarını" bir camekan içinde sergilemesine izin bile verilmişti. Çeşitli hayvan figürlerini ya da orada burada gördüğü desenlerin, resimlerin kopyalarını çakısıyla bu kabukların üzerine kazırdı. Sergiden sonra hepsini dağıtmıştı. Kenan en çok bunu beğenmişti, belki de anne figürünün kucağındaki kıvırcık saçlı bebeği kendine benzetmişti.
"Bunu Kenan'a verdiğimi unutmuştum bile. Demek saklamış."
"Evet, okul idaresinin bana verdiği eşyalar arasından çıktı."
"İnanın, diğerlerini kimlere verdim anımsamıyorum. Bende bir tane bile yok."
"O zaman, bu sende kalmalı."
Cemal, ağaç kabuğunu alıp cebine koydu.
"Kenan'ı öyle özledim ki Nezahat Teyze. Bu küçücük şeyi öyle çok sevdi, ona verdiğim için öyle çok sevindi ki karşılığında beni asla unutamayacağım kadar güzel bir şekilde ödüllendirdi."
"Nasıl?"
"Yalnızca kendisinin yaşadığı bir şeye beni de ortak ederek. Bu kabartmayı ona verdiğim günün gecesi, sabaha doğru, beni uyandırdı. 'Kalk Cemal, bak köprü açılıyor' dedi. Uyku sersemiyim, ne olduğunu anlamadan onu dinleyip yataktan çıktım. Beni pencerelerden birine sürükledi. Yatakhanemiz, ortaokul binasının en üst katıydı ve Haliç ışıl ışıldı önümüzde. Kenan'la, köprünün açılışını izledik uzun bir süre. Haliç'e tutsaklıktan kurtulan gemilere bindik birlikte. Daha sonraları bunu sık sık yapar olduk. Köprü birkaç saat açık kaldıktan sonra yeniden kapanıp trafiğe açılıyordu. Manzara büyüleyiciydi. Bazı sabahlar geç kalıyordu Kenan. Köprünün kapanışma yetişiyorduk. Gemilerimiz çoktan gitmiş, açık denizlerde yol alıyor olurdu. Ve köprü, kapanırken yeni gemileri Haliç'e tutsak ederdi. Üzülürdük ama Kenan bunun da hemen bir çaresini bulurdu. Köprünün açılışına değil de kapanışına yetiştiğimiz sabahlarda küçük kayıkları seçerdik kendimize. Ya da balıkçı ta-kalarını. Onlarla, kapanan köprünün altından geçip kolayca açı-lırdık Marmara'ya, oradan engin deryalara... Onu çok özledim. Büyüdükçe, o gemileri birer birer yitirdim. Kapanan köprüler altından beni geçirecek takaları, kayıkları da."
Nezahat Teyze ansızın yerinden kalktı, Cemal'in elinden tutup onu yukarı kata çıkan merdivenlere çekti. Tırabzanlara lastik parçacıkları çivilenmişti.
"Bu lastikleri tırabzana niye çivilediniz? Kim kayar ki tırabzandan aşağı?"
"Kim öyle bir şey yapar mıyım? Hele olanlardan sonra. Hem ben korkak yaradılışlıyım. Tırabzanlardan aşağıya hiç kaymadım, kayamam. Okuldayken de kaymazdım."
Merdivenlerin sonunda karşımıza çıkan ilk kapıdan içeri girdiğimizde gözlerime inanamadım. Odada, kitaptan başka bir şey yok gibiydi. Demek onca öykü, roman bu odada yazılmıştı. Hemen pencere seğirttim. İskele. Pencere Burgaz iskelesine bakıyordu. İskelede bir vapur duruyordu. Bu 2l.l0 Bostancı vapuru olmalıydı. Cemal paniğe kapıldı. Saat kullanmayışının cezasını yüzlerce kez çekmiştki ama yine de uslanmamıştı.
"Saat kaç, Nezahat Teyze?"
"Dokuzu sekiz geçiyor.?
İki dakikada dışarı çıkıp Latife'yi bulup eve koşturup eşyalarını toplayıp vapura yetişmesi olanaksızdı. Saat on birde Bostancı'dan geçecek Mavi Tren'e binmesi gerekiyordu. Ertesi gün dersi vardı. Bunları anlattığında, Nezahat teyze onu sakinleştirmeye çalıştı.
“Merak etme. Bir yalan uydurursun olur birer. Öğrencilerin seni bir gün görmezlerse ölmezler ya. Hem senin yerine derse girecek başka bir hoca bulunur, değil mi? Bir kez olsun hayatı geldiği gibi karşıla bakalım."
Cemal, bölüm başkanına uyduracağı yalanı düşünürken, Nezahat Teyze çalışma masasının üzerinden aldığı iki kağıdı ona uzattı.
"Bu da sende kalsın. Kenan'ın son mektubu."
Mektubun tarihi 27 Eylül l967 idi. Hazırlık bitmiş, Cemal'le Kenan ortaokul öğrencisi olmuştu. Vapur kalkarken, gecenin sessizliğinde, sessizce okumayı sürdürdü.
Canım anneciğim, babacığım,
Nasılsınız? Ben iyiyim. Ellerinizden öperim. Artık ortaokulluyuz. Yeni dersler, yeni öğretmenler. Her şey öyle güzel ki. Sınıfımızın en ön sırasında oturuyoruz Cemal'le. O da iyi, ama annesini çok özlüyor. Yatakhanede ranzalarımız biraz uzaktı. Ne yaptık ettik, değiştirdik yerlerimizi. Üstte ben yatıyorum. Cemal ranzanın üstüne tırmanmaktan hoşlanmıyor.
Tatil dönüşünde, kuru üzüm, ceviz ve leblebi getirmiş Cemal. Geçen gün arkadaşlarla bölüştük, bir güzel yedik ki sormayın.
Bugün, banyo sırası bizdeydi. Temizken, Cemal'in traş losyonundan sürünüyoruz, yalnızca ikimiz. Güzel kokuyoruz diye arkadaşlar alay ediyorlar ama kimin umurunda. Onların da içi gidiyor ama Cemal losyonu benden başkasına koklatmıyor. Onunla her şeyimizi paylaşıyoruz. Keşke hafta sonları çıkıp bizde kalabilse.
Geçen gün bizi, Orta l-A'yı, toptan Burgaz adasına götürdüler. Anne, bunca yıldır İstanbulluyuz, niye hiç gitmedik oraya? Vapurda martıları simitle besledik. Cemal'le vapurun en üst katına çıktık. Öğretmen görse kızardı. Gizlice kaçtık yukarı. Kapalı yerlerinden hoşlanmıyoruz vapurun. Keske vapurların her yeri açık olsa. Martıları bir görseydiniz, çıldırmış gibiydiler. Simit parçalarını atıyorduk havaya, tam da martıların ağızlarını tutturuyorduk. Bir tanesini bile ıskalamadık anne.
Ha, bir de ne gördük biliyor musunuz? Martılar, kanat çırpmaktan yorulunca, bırakıveriyorlar kendilerini rüzgara, sonra taş gibi geri atıyor rüzgar onları, sonra parande atıyorlar, ters dönüp tekrar kanat çırpmaya başlıyorlar. Önce endişelendik martılar için. Sonra baktık ki başlarının çaresine bakabiliyorlar, gülüştük, amma korktun ha diye birbirimizle alay ettik.
Anne, Cemal'in sesi öyle güzel ki. Vapurda da bir türkü okudu. Bir duysan. Bayılırsın. Geçen yıl, Türk Halk Müziği korosuna solist olduydu. Bir görsen, müzik öğretmenimiz Nurefşan Hanım nasıl hayran Cemal'e. Hep onu örnek gösteriyor bize. Müzik sözlülerinden hep on alıyor Cemal.
Beni de yeniden satranç takımına aldılar. Bu yıl daha iyi bir derece yaparım.
Adada, bizi önce Sait Faik'in evine götürdüler. Bir defter vardı ziyaretçiler için, isteyen imzaladı, tabii Cemal'le ben de.
Adada o kadar çok kedi var ki anne. Sait Faik'in evinden çıkarken en az on tanesi etrafımızı sardı. Hepsinin de burunları yıpranmıştı. Yara bere içindeydiler. Yeşil gözlü, boz bir kedi beni pek sevdi. İskeleye kadar peşimden ayrılmadı. Keşke yanıma alıp okula götürebilseydim. Ya da, sana getirebilseydim. İskeleden sola döndük. Gezinti Caddesi'nde yürüdük. Toplu halde olduğumuz için herkesin dikkatini çektik. Meraklılara 'Darüşşafaka'lıyız biz' deyince alkış bile aldık. Sonra Gönüllü Caddesi'nden yokuş yukarı çıktık, tepede piknik yapmak için.
Anne, çok güzel bir ev gördüm. Ahşap, tam senin istediğin gibi. Ada havası sana çok iyi gelirmiş, öğretmenimiz söyledi. Evi görmelisin. Caddenin solunda merdivenli bir sokağın tepesinde, öyle muhteşem ki. Bütün ada, deniz, Kaşık Adası, Heybeli, İstanbul, hepsi gözlerinin önünde. Keşke bu evde otursak Hafta sonları Cemal'le okuldan çıkıp bu eve gelsek. Sana söz büyüyünce bu evi sana alacağım.
Sait Faik'ten hikayeler okuyacakmışız. Şimdiden çok sevdim. Böyle bir adada kim bilir ne güzel şeyler yazmıştır. Ağaçlar, kediler, at arabaları, deniz. İnsan başka ne ister ki?
Babam nasıl? Bir gün hep beraber Burgaz'a gidelim.
Cemal söz verdi. Bir gün size de türkü okuyacak. Annesinin en sevdiği türkü "Gesi bağlarında dolanıyorum, yitirdim yarimi, anam aranıyorum" imiş. Cemal o türküyü pek güzel söylüyor. Ellerinizden öpüyor.
Ben de mektubuma son verir, ellerinizden öperim.
Oğlunuz Kenan
P.S. (Not demekmiş, yeni öğrendik); Boz kedinin adını Latife koydum. Nasıl? Güzel isim, değil mi?
P.P.S. (Bu da ikinci not oluyor); İrlandalı bir mektup arkadaşım oldu. Mary McLoughlin diye bir kız. Biyoloji öğretmenimiz Mr Robinson'un tanıdığıymış. Bir kasabın kızı. Ona mektup yazdım; Mektubun içine üstünde Filiz Akın'ın fotoğrafı olan bir kartpostalı da koydum. Ablam meşhur bir artist dedim. Bakalım ne cevap gelecek?
"Hayır, ağlamıyorum. Neden sanki? Neden oldu o kaza?"
"Neden olduğunu biliyoruz Cemal? Sen nasıl olduğunu anlat."
"Akşam etüt saatinden sonraydı. Etüt salonu binanın zemin katındaydı. 'Etüt bitti, haydi yataklarınıza' zili çalar çalmaz Kenan merdivenleri yıldırım hızıyla çıkmaya başladı. Bana da 'Sen aşağıda dur, bana bak' dedi. İkinci katta durdu. O kadar neşeliydi ki. Etüt sorumlusu belletmen de daha salondan çıkmamıştı. Kenan'a söz geçirecek kimse yoktu etrafta. Yukarı nasıl çıktık, ne zaman tırabzana yerleştirdi kendini, bilemedim. Zıpkın gibiydi. Peşinden koştum, durdurmak için... Çok geç kalmıştım. Çoktan tırabzana yerleştirmişti kendini ve kaymaya başlamıştı... Sonra dengesini kaybetti... Öylece bakakaldım... Yanına bile inemedim... Gözümün önünde alıp götürdüler... Keşke tırabzanlara o lastik kayışları daha önce taksalardı da..."
"Evet?"
"Kenan'ın ölümünden sonra kimse kayamadı tırabzanlardan aşağı... Hep öyle olmaz mı? Ancak birinin canı yanacak da öyle akıllanacak insanlar."
Nezahat Teyze bir sandık açtı.
"Bunlar Kenan'ın en sevdiği plaklar yavrum. Senin olsun."
"Teşekkür ederim. Plaklar için de, bana yavrum dediğiniz için de. Vapuru kaçırdım ama belki..."
Duraksadı. Latife dışarda üşümüş olmalıydı.
"Artık gitmeliyim Nezahat Teyze."
"Peki, ama merdivenlerden inerken dikkat et, olur mu? Lastik kayışlara tutunarak in."
"Peki. Önümüzdeki hafta sonu yine gelirim. Size ne getireyim Ankara'dan?"
"Yıllıklarınızı getirebilir misin?"
"Tabii. Kenan ilk üç yılın yıllıklarında var. bir de burada. Burgaz'da. Artık bizim gemilerimizin son durağı hep Burgaz."
Kapının önüne geldiklerinde, Nezahat Teyze dışarı çıkıp Cemal'ı yolcu etmek istedi.
"Lütfen dışarı çıkmayın. Üşütürsünüz sonra."
"Ya sen?"
"Aman canım. Yağmur durmuş nasıl olsa. Hem Latife de dışardadır. Merak etmeyin."
"Cemal, atkını al."
"Sizde kalsın. Ankara'da bir sürü atkım var."
Sarılmadılar. El bile sıkışmadılar.
"Haftaya görüşürüz Nezahat Teyze. Hoşça kalın."
"Hoşça kal Cemal."
Cemal, dışarı çıktığı anda duydu Latife'nin sesini.
"Cemal, çıkalım artık bu öyküden," diyordu Latife.
"Efendim?"
Atkı hala Latife'nin boynundaydı. Yüzündeki endişe ifadesinin yerini bir tebessüm almıştı.
"Eve dönelim. Turan merak eder."
"Peki," dedi Cemal.
"Gelecek hafta sonu aynı yürüyüşe var mısın Latife?"
"Tabii, ne zaman istersen. Burası senin artık."
Kol kola girip neşeyle indiler merdivenli sokaktan aşağı.
"Peki, bu günün öyküsünü yazalım var mısın?" diye sordu Latife.
Burgaz'dan gözünü ayırmadı Cemal. Atkısını sıkı sıkıya boynuna doladı ve yepyeni bir şarkıya başladı vapurun arka açıklığında.