Ağzından
çıkan her söz tapılası anlamlar yüklüymüş gibi hareket etmesi beni hep o çemberi
kırmaya, çemberin dışına çıkmaya itiyordu. Yadsınamayacak bir "gerçek"
bu; bir çemberdim ben ve çemberliydim, çemberleydim hep. İçinden geçer, üstünde
zıplar, çevresinde dönerdim. Çemberle vardım ben. O konuştukça boğulduğum hissine
kapılıyordum. Anlayamıyordum onu. Öyle sanıyordum işte. Hissiyatımın sanrısallığından
ise şüpheliyim.
O
çok bilgiliydi. Çemberlerden de anlardı. "O
varken benim burda ne işim var?"
diye sorardım bazen kendime. O vardı; ben olmamalıydım.
Evrenin
çırpınışıyla kasılan bilinçlerin nasıl da birer birer kendilerini yaktıklarına
tanık oldum. Çıkış yolu bulmak istemiyorum. Kendi kanat çırpışımda hapsolmuş
kalayım istiyorum. Gözlerim uçuyor, beynim batıyor. Beynim kafatasıma batıyor.
Her öptüğünde yazgım beni, sanki bir o kadar daha kanatlanıyor, bir o kadar
daha çırpıyorum kanatlarını yazgımın ve bir o kadar daha görünmez oluyor kafesim.
Her nasılsa ölecek olmayı çok takıyorum kafama şu son günlerde. Diyetini ödemiş
olmama rağmen varlığımın, sanki daha da vermek istiyorum. Bu deli yerden
gitmek istiyorum artık.
Bir
kafes var; içinde miyim, dışında mıyım belli değil. Neresi içerisi? Neresi dışarısı?
Neresi tam ortası? Sorup duruyorum bu soruları kendime sürekli. Beni gördüklerini
sanıyor insanlar. Beni gördüğünüzü sanıyorsunuz demek ha? Ama yanılıyorsunuz
işte; kimse kimseyi gözleriyle göremez ki. Gözler yetmez ki görmeye. Dönüşüyorum
sanki. Yaşıyorum… Bu şeyin nasıl başladığını hatırlamıyorum. Onların gözünde
ben bir canlıyım.
Her
sabah: "Günaydın, nasılsın bakalım
bugün". Her gün: "Senin
işin bitmiş, senden artık hayır gelmez".
E bırak da gideyim o zaman. Sanki ben çok meraklıydım burda kalmaya, çok mutluydum
sanki burda olmaktan. Her gün ölüp ölüp dirilmek bu benimkisi; sonsuz muyum
neyim?…
Bir
kuş görüyorum her gece rüyamda;
kanatlari budanmiş bir kuş bu. Sonra birden ben çikiveriyorum ortaya. "Altin
kafesteki tok bir kuş mutsuzdur. Altin kafesin dişindaki aç bir kuş da mutsuzdur.
Bütün kuşlar mutlu olmak ister, ama ben bir kuş degilim; uçamiyorum ki. Uçabilseydim
keşke. Uçup gidebilseydim. Peki ama nereye? Neresi benim yerim? Ben burada
dogdum; başka bir yer bilmiyorum; ben burada ölecegim. Iyi ki kuş degilim.
Bütün aç kuşlar mutsuzdur. Uçabilmek ama gidememek demek kuş olmak"
diye de bir hayat bilgisi dersi veriyorum kendime. Rüya sona eriyor, sabah
oluyor uyaniyorum.
Katıksız
bir çöl yılanı çölü nasıl görürse işte ben de öyle görüyorum burayı. Görüyorum
en azından ve bu da görecek bir şey var demek oluyor; ne olduğunu şimdilik
bilemesem bile.
Annem
vardı benim, öldü. Bizim buraya ait olmadığımızı söylerdi hep, ama nereye ait
olduğumuzu söylemezdi hiç. Kocası varmış bir zamanlar (yani babam oluyor herhalde
bu) ve kardeşlerim (babamsa eğer kocam dediği). Onlar yokmuş artık; orada kalmışlar.
Ben burada doğmuşum ama inşallah burada ölmezmişim. Nerede ölmek en iyisi? En
iyi ölme yeri neresi acaba? Şuraya git ve öl diye tavsiyede bulunabilecek birisi
var mıdır ki? Umarım yoktur.
Çocuklar
pek sever beni. Büyükler de çok sever ama çocuklar en çok beni, büyükler en
çok onu sever. Kıskançlık mı? Asla. Bu anlatıda kötü duygulara yer yok. Gerek
de yok zaten kötü duygulardan bahsetmeye; zira yaşanacak bir hayatımız vardır.
Populist bir yaklaşım olacak belki ama öyle işte. Ben pek populerim zaten, çok
güçlüyüm ben. Onun kadar olmassa bile güçlüyüm ve onun asla yapamayacağı pek
çok şeyi hiç zorlanmadan yapabilmekteyim. Yeteneklerim kavramları karmaşıklaştırmaya
yetecek düzeyde. Kavram karmaşaları ve gökyüzü. Ne büyük çelişki ama; yazgı
gereği kafestelik.
Gökyüzünü
unutmuş insanlar keman çalan palyaçoyu
bilmezler. Siz bilirsiniz; hani şu turuncu pantolonlu, yeşil çorapli, kirmizi
ayakkabili. Mavi cepli ve mavi yakali, pembe-yeşil kareli bir ceket giyen
ve kirmizi-yeşil benekleri olan bir papyon takan, kahve fincanlarina boy boy
resimleri çizilmiş şu zavalli ölümsüz palyaço. Keman çalar, şarki söyler,
hoplar, ziplar, takla atar, amuda kalkar; o işte. Hatirladiniz degil mi? Unuttunuz
mu? Unuttuysaniz eger, mavi bile özgürleştiremez artik sizi. Okyanus bile
yetmez bogulmaniza. Tüm dünyayi maviye, uzayi maviye,
evreni maviye, Tanri'yi maviye
boyasaniz bile özgürleşemzsiniz artik. Mavi bile hayatta tutamaz sizi, mavinin
ölüm oldugunu unutursaniz. Özgürlük istiyorsunuz demek?! Kaldirabilir misiniz
ki siz özgürlügü? Çatir çutur ezim ezim olmaz misiniz altinda? Insanlar özgür
olamadiklari için insandirlar. Özgür olmamaktir, olamamaktir insanin yazgisi.
Peki ya ben? Mavidir deniz ve kara parçalari denizin hücre duvarlaridir. Hiç
bir şey göründügü gibi degildir aslinda; her şey göründügünden daha kötüdür;
hele hele de hayat. Gerçek bir an için gösterir kendini, ica yapar, dil çikarir;
sonra tekrar o kasvetli, çatik kaşli, otoriter sanri ve onun sag kolu yanilsama
damdan düşer.
O
bir palyaço. O da aciz. O da ihtiyaç içinde. Onun da odası
karanlık ve o da sadece duymak isteyenlere söylenen sözler söylüyor herkese.
Büyük bir yanılsama aslında o. Ne mutlu biz canlılara ki yanılsamalarla dolu
yaşamlarımız var. Yazgı seçeneği kıtlığından muzdarip varoluşlarımız, sanrısal
bir pembeliğin hakimiyeti altındaki karanlık zaferlerinin saltanatını sürüyor
ve yaşamı sürdürmenin, hayatta kalmanın, var kalabilmenin tek yolunda emin
adımlarla ilerliyorlar. Kaldı ki zaten yaşam, bol virajlı, inişli çıkışlı
bir çıkmaz sokak olmakla varolabiliyor ve hatta deyim yerindeyse en adice
bir "eşşek"
şakasından bile daha can yakıcı ve sinir bozucu olduğu halde sürdürülebiliyor;
anlamlı anlamlı akıp gidiyor. Yanılsama içerisinde olduğunun farkına varanlar
da var elbet ama farkındalık idrak etmiş olmayı gerektirmez ki. Yanılsama
içerisinde olduğunun farkında olanlar bunu idrak edebilmiş olsaydılar zaten
varolamazlardı ki. (Neden ruhlarımıza tecavüz ediyorsun ki kara köpek? İçimdeki
şeytan mısın nesin; ya defol, ya da kes sesini. Neden bana bunları söyletiyorsun
bre leş kargası? Görmüyor musun ki zaten ölecek yer arıyor insanlık?). Yaşam
ancak yanılsama içerisine hapsolunursa sürdürülebilir, zira hayatın bir yanılsamadan
ibaret olma olasılığı hep vardır.
Bir
kafes var; içi dışı bir sanki. Kapısı kilitli bir kafes bu; kimse açamıyor.
Anahtarı yok ki. Dışarıya çıkmak için kilidi kırmak gerek. Kilidi kıranlardan
hiçbirisi varkalamadı şimdiye dek. Kilidi kıramamaya bak sen; kilit kırılırsa
dışarıya çıkarsın çünkü veya içeriyae girersin belki de. Akvaryuma hapsolmuş
bir balık gibi işte. Akvaryum dünyalı bir bilinç; içerisiyle var, içerde var;
içerde. Gidip gidip cam duvara vuruyor kafasını günde en az birkaç kere. Camı
kırmak mı istiyor ne. Derdi ne ki? Dışarı çıktığı anda yok olacağını bilmiyor
olsa gerek. İyi ki kapıyı göremiyor. Akvaryumların kapısı da mı olurmuş?
Olsa bile kapıyı açamaz ki; balığın ne eli var ne de kolu.
Bilmiyorum,
bilemiyorum. Bildiğim tek şey kilidi görememem gerektiği. Keşke annem yaşıyor
olsaydı. O her şeyi bilirdi, ona sorup öğrenirdim.
Bir atım var benim. Elimde çember, altımda bir at var. O var. Başka insanlar
var; bir sürü insan. Yollarını şaşırmış , şaşkın şaşkın insanlar. Atımı sürmek
uzaklara gitmek istiyorum. Burada kalmak istemiyorum; gitmek istiyorum buralardan.
Atımı o kadar hızlı süreyim ki uzaklara doğru, atım kanatlansın da bilinmeze
uçayım istiyorum.
Ne
biçim hayat bu? Bu ne biçim ölüm? Öldürüyorlar beni, ben kendimi öldürüyorum.
Yaşayim derken ölüyorum. O da ölüyor.
Hepimiz ölüyoruz, birbirimizi öldürüyoruz, hepimiz ölmekte ve öldürmekteyiz.
Işik
bir yaniyor, bir sönüyor. Gemi hepimizi alip götürmeye geliyor. Ben bir deniz
feneriyim; bir yaniyorum, bir sönüyorum. Bekliyorum. Hayir hayir bir yanilsamayim
ben ve benim dişimdaki her şey de bir başka yanilsama. Burasi bir sirk. Ben
bir maymunum. Bir maymuncuk; bir dünya… Kafesin
bir yerlerinde… Belki içinde, belki de dişinda…