İpek Güngeç

 

        -1-

          Dört yıl öncesi; yarın ‘müstakbel kocam’ olacak adamla ucuz bir pastanede oturuyoruz.

         “O herif ile gideceksin ha...”, diye soruyor müstakbel kocam.

         ‘Herif’ sözcüğündeki vurguya takılıyorum: Küçümseyici bir şey var o vurguda. Sanki ‘O adi, aşağılık, beş para etmez ile’ diyecekmiş de son anda vazgeçmiş; bunları içinden geçirirken ağzından ‘herif’ sözcüğü çıkmış gibi. Savunmaya geçeceğim: “Adını sanını bildiğin, üstelik de tanıdığın birinden niye herif diye bahsediyorsun bilmem. Hem herif dediğin adam, benim yakın arkadaşlarımdan. Hatır bilir biri. Sonra...” Birden duruyorum. İstediği bu; savunmaya geçmem. İçimi çekip savunma cümlelerimi siliveriyorum zihnimden. Gözlerimi kapıyorum. İçimden yineliyorum: “Herif, herif, herif, herif, ...” Önce tuhaf geliyor bu sözcük, aklıma ister istemez pantolonu göbeğinin altında kemerle sıkıştırılmış, ayakkabısının arkasına basa basa yol boyu tükürerek yürüyen parlak saçlı adamları getiriyor. Biraz daha yineleyince -herif, herif, herif...-, yakıştırıyorum sözcüğü ona. Hızlı yürüyüşü, büyük elleri ve ters bakışlarıyla ‘herif’ sözcüğü pekala da bağdaştırılabilir. Gitgide daha sevimli oluyor; seviyorum. Tamam, Herif olsun adı. Ne çıkar?

         “Evet, gideceğim.”

         “Boşuna.”

         “Üç günlük tatilin boşu, dolusu mu olur? Neymiş boşuna olan?”

         “İstemeyecek seni. Dokunmayacak. İçinde seni kullanmadığı için duyduğu minnetle kapımı çalacaksın.”

         E ama, kırıcı bu. Sanki her şey...

         “Ha, demek boşluk, doluluk ölçümüz buydu.”

         “Evlen benimle.”

         Teklif mi bu, yoksa emir mi? Teklifse, neden pasta bıçağını göğsüme saplayacakmış gibi bana doğrulttu; ucunda iç bulandırıcı pembe kremayla, kek kırıntıları...

         “Yok.”, diyorum yarım ağız; neyin olmadığını kendim de kestiremeden ve ‘hayır’ demediğime şaşırarak. İç bulandırıcı pembe kremasız böreğime eğiyorum başımı; onun kek kırıntıları varsa, benim de peynir parçalarım var. Çatalla parçaları biraraya getirip eziyorum, şimdi minik bir top olan peynirleri bıçağın ucuna geçirip ona doğrultuyorum. Elim titriyor.

         “Olmayan aşk mı?”

         “Yoo...”, diyorum gülerek. Çevremdeki herkese biraz aşığım çünkü. Tanıdığım tüm erkeklere; hatta kadınlara da. O da biliyor bunu. Biliyor; çünkü söylüyorum. Anlamıyor ama; anlamadığı için, dalga geçercesine sordu bu soruyu da. Benimle eğleniyor.

         “Evleneceksin benimle. Şimdi olmasa da; bir gün benimle evleneceksin. Git bakalım o herifle, dediklerimi de unutma.”

         Omuz silkip bıçağı ağzıma götürüyor; peynirden topumu yiyorum. Ertesi akşam, Herif’le ben, tatile çıkıyoruz.

         -2-

         Tatil şehrinde, Herif’in döllediği, fabrikada çalışan bir kadın vardı; O’nu aramaya gittik. Önce sahil boyunca, sonra toprak bir yolda yürüdük. Fabrikaya varınca içeri girdik. Yanyana sıralanmış kapısız odalardan birine uzattık başımızı. Dikiş makinesine doğru hafifçe eğilmiş kadınlarda gezdirdik bakışlarımızı. Herif, döllediği kadını arıyordu; ben, etrafı inceliyordum. Benzetmeler yapmaya, ilerde, belki bir öyküde kullanmak için çarpıcı bir cümle kurmaya, her kadına bir öykü yakıştırmaya çalışıyordum. “Yok.” dedi yüzüme bakmadan; öbür kaıpya yöneldik. Ellerimizi duvara yaslayıp destek alarak, olabildiğince eğildik bu kez içeriye. Başka kadınlar. Ben hepsine teker teker bakamadan, telaşlı adımlarla yanımıza geldi bekçi. “Kimi aradınız?” diye sordu, iki yanağımıza da okkalı birer tokat atarcasına. “Döllediği kadını”, diyemedim adama, “evet O’nu arıyoruz. Geçen kış döllemiş O’nu. Bana anlattığına göre, kendisi kadından çok üzülmüş. Rahatmış kadın, olayın üstünde durmamış pek. Anlıyorum aslında. İçinde somutlaşan yaşamı kazıtmak ya da hortum içinde çöp torbasına aktarmak koylay değil. Başka çare olmayınca ama, bunun önemsiz olduğuna inandırıyorsun kendini. Kadın ya da sağlık dergilerinde gördüğün, kavuniçi sarılı resimleri düşünüyorsun. O sarılıktaki kahverengi nokta işte, içinden söktürttüğün. Sadece o kadar. Küçük, şekilsiz, önemsiz... Buna inandırıyorsun kendini. Bekçinin kolları yağlanmış, yakası aşınmış üniformasına baktım sadece. “Bir arkadaşı arıyoruz.” dedi Herif, uysaldı sesi. Kadının adını verdi bekçiye. Adı uçtu gitti bir anda aklımdan. Yokmuş kadın; izinliymiş. “Niye ki?” diye sordu, hafif telaşlı. Hastaymış. Merak etmedim ben kadını. Ta en başından beri. Nasıl göründüğünü, sesini düşünmedim. Kıskanmadım. Döllediği kadını göremeden, gerisin geri, sahile yürüdük.

         -3-

         Bugün, müstakbel kocamın, dört yıl öncesinde, iç bulandırıcı pembe kremalı ve kek kırıntılı bıçağını, neden göğsüme doğrulttuğunu biliyorum. Çünkü aslında benimle değil, göğüslerimle evlenecek o yarın. Evinde yere koyduğum fincanı almak için eğildiğimden beri, hiç kimsenin bana ya da göğüslerime bakmadığı gibi bakıyor onlara. “Biri küçük, biri büyük iki portakal gibiler.” dedi bir akşam müstakbel kocam, müstakbel eşleri için. Evlenince, kollarını arkamdan dolayıp, zevkten çok hırsla; sinirini çıkarırcasına sıkacak eşlerini. Ve, müstakbel kocam, dört yıl önce söylediklerinde haklı çıktı: Onun düşündüğü anlamda istemedi Herif beni. Ama, herkese bir şekilde aşık oluşumu anladı. İlk söyleyişimde. Hem de “Nasıl yani? Dur bir dakika...” demeden. Ne tatilde, ne de tatil sonrasında bahsettim müstakbel kocamdan, Herif’e. İyi geliyorduk birbirimize. Rahattım yanında. Anlatamıyordum yine de. İç içeydi her şey. Anlatmaya kalkıştığımda ağzımdan çıkan cümleler ya sıkıcı, ya yargılayıcı ya da birilerini suçlayıcı oluyordu. Susuyordum.

         Susuyorduk.

         -4-

         Herif’le çıktığımız tatilden 185 gün sonra, bir yaz akşamı. Aynı tatil şehrinde. Küçük bir otel odasında saçlarımı siyaha boyayıp... Klipsli halkalar küpeler takarak... Kirpiklerimin üstüne takmalarımı yapıştırarak... Dudaklarımı kırmızıyla dolgunlaştırarak... Portakal göğüslerimin yarısını dışarda bırakarak... Döllediği kadının bekçisi beni döllesin diye... Fabrikaya giden toprak yol boyu, sokak lambalarının ışığı altında olmaya dikkat edip kırıtarak: ola ki canı sıkılmıştır bekçinin, kulübesinin camından dışarı bakarak sigarasını içiyordur... Ben... Kulübenin kapısını tıklatıp, bahaneler uydurup sidik kokulu odaya girerek... Sadece... Herif’e yakın olabilmek için... Bari döllediği kadının bekçisi beni döllesin diye... Bacaklar... Bacaklarımı ayırıp... Yağdan parlayan pantalonunu aşağı indirerek... Ben... Sigara, ter kokan battaniyenin üstünde... Sırf... Ben...

         Altı ay sonra, Herif’in döllediği kadının bekçisi beni dölledi. Ardından, lambaların ışığından kaçarak, tıpkı o günkü gibi, sahile dek yürüdüm. Denizi seyredenlerden uzakta, kumsalın kuytu bir yerinde kustum. Denize arkamı dönüp çıkardıklarımın yanıbaşına oturdum. Bir çocuk geldi yanıma. Bilmem, sarhoş muydu. Çıkardıklarıma baktı bir süre. “ Vay be, hepsi senden mi çıktı abla?” diye sordu. Ağzımdan hı’ya benzer bir şey çıkınca, “Deme be, bir seferde mi?” diye sordu bu kez. Güldüm. O da güldü. Gitti, az sonra, yarısı dolu, plastik su şişesiyle döndü. “Al abla, bunu buldum anca kutuda”, dedi kumsalın sonundaki, yola yakın çöp kutusunu işaret ederek, “yüzünü yıka, rahatlarsın.” Şişeyi aldım “Rahatlayamam”, dedim, “artık hiçbir zaman rahatlayamam.” Az öteye, çıkardıklarımın öbür yanına arkasını denize vererek oturdu. Bu kadardı ha abla rahatlaman.” Pisliği gösterdi. Evet, dedim. “O zaman ablam, rahatlamanın başında nöbet tutarız.” “Tutuyoruz ya zaten.” diye aksilendim. Sabaha kadar oturduk. Konuşmadan. Güneş doğduğunda kalktık, el sıkışıp yola koyulduk.

         -5-

         Müstakbel kocam önden, ben ve portakal göğüslerim arkadan, mağazaya giriyoruz. Salon için tül almamız gerek. Perdemiz var, tülümüz eksik. ‘Buyrun, efendimler’lerle mağaza sahibinin masasının yanındaki koltuklara, karşılıklı oturuyoruz. Ne arzu etmiştik acaba? Tül demek, salon için. Ev mi yeniliyorduk acaba?. Aaa, demek yeni evleniyorduk. Ne zaman? Yarın mı? Ah ne güzel, ne güzel! Özellikle arzu ettiğimiz bir şey, düşündüğümüz bir model var mıydı acaba? Mağaza sahibinin coşkusundan uzağız ikimiz de. Müstakbel kocam gergin, bense durgunum. bir önceki mağazada, beyaz eşyacıda sıktığı kolum ağrıyor. Kolumun üstünde parmaklarının bıraktığı üç şerit, kızardıkça kızarıyor. Oğuşturuyorum kolumu.

         Tartıştık biraz, hepsi bu. Evlilik öncesi olağandır. Açın bakın kadın dergilerinin evlilik konulu sayfalarına, hepsi doğrular bu dediğimi. ‘Sakın moralinizi bozmayın’ derler. Müstakbel kocam, beyaz eşyacıyla kafa kafaya vermiş, dolabın kaç kapılı olmasının evimiz için daha uygun olacağına karar vermeye çalışırken, ben, hem de nereden geliverdiği bilinmez çocuksu bir coşkuyla, konuşmaya başladım:”Eskiden dolaplar renkli olurdu. Teyzemlerle otururduk o zaman. Eniştemle babam, evdeki küçük dolabı götürüp yeni, renkli kapaklı dolap almaya kara verdi. Mavi mi, krem mi, beyaz mı; bir türlü karar veremedi aile. O zaman da fikrimizi soran olmamıştı. Mavi oldu sonra dolap. Kuzenimle küsmüştük aklımızca; sakızdan çıkan çıkartmaları dolap kapağına yapıştırıp sözümona intikam almıştık evdekilerden. Sonra tabii bir güzel azarla...” Sözümü bitirmeden koluma yapıştı müstakbel kocam, var gücüyle kolumu sıkarak: “Hafızanı istemiyorum anladın mı dedi?”, “Seninle evleniyorum ve hafızanı istemiyorum.” Ses etmedim. Mağaza sahibi bir tuhaf baktı bana. Üç kapılı olanına karar verdiler beraberce. Akşama evimizde olacak buzdolabı.

         Tül perdeci oturduğu yerden hafifçe eğilerek, benim baktığım yöne bakıyor. Dışardaki kuşlara dalmışım farkında değilim. “Pek güzel mevsimde evleniyorsunuz efendim, değil mi,” diye soruyor. “Değil”, diyemiyorum. Yine de, evleneceğimizi dolayısıyla yeni evimizi, yeni evmizde de tülümüz olmadığını hatırlattığı için seviniyorum. Buraya alışverişe geldik. Müstakbel kocama dönerek: “Kuşları hafıızama almadım, merak etme.” diyorum coşkuyla. Kızarıyor. Mağaza sahibi iş başında: Eveet, düşündüğümüz belirli bir şey yoktu madem: neden çeşitlere bir göz atmıyorduk? Şurdaki kanepeye oturabilir miyiz acaba? Yok yok ayakta kalmamıza gerek yok. Çocuklar hallederler şimdi show etsinler bize tüm çeşitleri. Çay kahve ne alırız acaba? Hemen efendim, ne demek...

         Kanepeye oturuyoruz yanyana. Çalışanları çabucak iki katlanır merdiven buluyorlar bir yerlerden. Merdivenler güç bela açılıp, kanepenin iki yanına yerleştiriliyor. Top top tüller kanepenin arkasına taşınıyor. Mağaza sahibi heyecanlı, illa ki birini beğeneceksiniz efendim, diyor. Müstakbel kocama çay iyi geldi, siniri geçti, aman beyefendi, diyor o da, sade bir şey olsun. Adamın ‘ Hadi bakalım’ demesiyle, show başlıyor. Çocuklar merdivenlerin tepesine çıkıyorlar. Bir top tül uzatıyor adam onlara. Biri topun bir ucundan, diğeri diğer ucundan tutup, başlıyorlar çevirmeye. Tam önümüze, yukardan dökülüyor tül, fışır fışır. Sonra öbür top tül. Sonra diğeri. Beyaz... İrili ufaklı aralıklar... Dünyanın o aralıklı beyazdan görünüşü... Çıkan ses... Birden ellerinden kaçırıyorlar topu çocuklar; kendilerini toparlayana kadar tepemizden aşağı sakinleştiren bir gürültüyle boşalıveriyor beyazlık. Ayağa kalkıyorum. Diğer topu kucaklıyor; dikkat edin ha, diyor mağaza sahibi. Usul usul bırakıyorlar tülü aşağı. Tülün arkasına geçiyorum; kanepenin karşısına. Beyaz aralıklardan kocama bakıyorum.

         -6-

         Mağara oyuğunun olabildiğince kenarında, konuşmadan, yanyana duruyoruz Herif’le. İlk geldiğimiz an gibi değil suyun sesi, büyüdü şimdi; bastıramayız onu. Bastıramamazlıktan değil ama sessizliğimiz, konuşmadan da rahatız yan yana; tadını çıkarıyoruz. Yol boyu şelalenin arkasındaki mağaraya girene dek konuştuk hem. Şimdi, şelale tepemizden dökülüyor ve biz su dökülürken oluşan beyaz, aralıklı şekillere; sakinleştiren büyük gürültüye daldık.

         Hastaydık, iyileşiyoruz.

         “Sanki tepeden birileri, tam önümüze metrelerce, değişik desenli tül indiriyor,” diyorum Herif’e bakarak. Duymuyor beni. Mağaranın ışıldayan gözleriyle suyun akışına bakıyor. O, daha mı hasta? Gözlerimi ondan ayırmadığımı fark edince şöyle bir bakıyor bana. “Çok güzel” diyorum koluna girerek. Bakışlarını benden suya çevirirken kafasıyla onaylıyor beni. Kolkola duruyoruz boşalan suyun arkasında. Merak ediyorum, suyun öteki tarafından. Mağaradan çıkıp karşıya gitmek; Herif’le beni kolkola, suyun arkasında dururken görmek istiyorum. İyileşirken. Çok istiyorum.

         -7-

         “İyi misiniz han’fendi?” diye soruyor mağaza sahibi. Müstakbel kocam, tülün arkasından sinirli sinirli bakıyor bana. Çocuklar, topu çevirmeyi bırakmışlar. Tül, kapı aralığından gelen rüzgarla, hafif hafif sallanıyor. Hepsi yüzüme bakıyor. Ellerimle yokluyorum yüzümü; dudaklarım yüzümün iki yanına yayılmış: demek ki gülümsüyorum şu anda. Yanaklarım ıslak. Hem de ağlıyorum demek ki. Tülün üzerinde, başbaşa vermiş kuş desenleri var. Mağaza sahibine dönüyorum: “Kuşlar, hızlı akan suyun altında uçamazlar ki...” diyorum. Bakıyor. Müstakbel kocam, tülün karşısında sağ bacağını sallamaya başladı sinirden. “Müstakbel kocam”, diyorum, “öyle ya da böyle, farklı taraflardayız biz. İyileşemeyiz. Ölürüz.” Mağaza sahibinin bir gözünün seğirdiğini, çocukların ellerindeki çatlakları, mağazanın yer döşemesindeki betona gömülmüş nazar boncuklarını hafızama kazıyarak çıkıyorum dışarı.

 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş