Bahar Dalı

Elif Çınar

 

      Birbirimize girmiştik. O bana kızgındı, ben ona. İkimiz de burnumuzun dikine gidiyor, birbirimizi dinlemiyorduk. "Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın"şarkısını söylüyordum ben; bizim kız, "Sevdim seni bir kere..." diyor, yerden yere vuruyordu kendini. Bildik hikaye...
      İçimde küçük bir kız vardı. Bir gün, içimdeki küçük kız, kendini yollara vurdu. Koştu, koştu, koştu. Koştum, yalınayak, çırılçıplak. Her gün geçtiği sokaklara nasıl bakardı? Yollara bakamadı küçük kız; onunla gezdiği yollara... Yumdu gözlerini; sıkı sıkı. Taşlara, kusmuklara, sidiklere, balgamlara, izmaritlere, şiirlere basa basa koştu. Ben de koştum onunla. Yüreğim takıldı ayağıma, düştüm. Yüreğimin içindeki küçük kız düştü. Düştük. Kan revan içinde kaldı öksüz, küskün memelerim, ellerim, yüzüm... Saçlarımda kusmuk, yüzümde kan, avucumda yüreğim. Avazı çıktığı kadar bağırdı küçük kız, "Ayrılık ne acıklı bir sözcük!" "Hayır, güzelim" dedim, "Ayrılık komik." "Kızılay, sağ yanına bakamam sol yanımda bir yer, sol yanım..." Koştu içimdeki küçük kız. Gidecek yeri yok. Gidecek yerim yok.
      
"Gel," dedim ona. "Gel annem, ben sana başka aşklar bulurum, aşkların en güzelini bulurum, bırak o bir çit gözü, tamam mı?" "Tamam" dedi. Pis yalancı!  Ne zaman ortalığı toplayıp başka bir çit göz buyur etsem içime, içimi darmadağın etti, her şeyi döküp saçtı. Yeni konuklara ayıp olmasın diye, dağıttıklarını apar topar teptim bir yerlere. Acıyı aldım en dibe tıkıştırdım. Hüznü onun yanına yasladım, anıları alta attım, korkuyu, gözden en ırak köşeye... Ortalığı toplamaktan, oturup iki çit la edemedim yeni konuklarımla. Onlar da ne yapsın, sıkıldılar, müsaade istediler. Ay, vallahi olmaz dedim. Hemen kalkılır mı dedim. Karpuz kesseydim dedim. Kimi, amma pasaklısın dedi. Kimi, bırak dağınık kalsın, çok oturmayacağım, öyle bir uğramıştım dedi.
       En son konuk da çıkıp gidince, bir iyice payladım küçük kızı. "Bak güzelim" dedim, "Kadın doğa gibidir; yeniler kendini... Biz öldük. Yüreğimizin yarasını birlikte iyi edelim. O bir çit göz olmaz, o olmaz artık." Küçük kız salya sümük... "Artık olmaz diyorum kız, anlasana! O, bütün şiirlerin içine tükürdü, bütün tomurcukların, bütün türkülerin..." Sonra küçük kız aldı laı. "Sanki ben bilmiyor muyum yitip gittiğini? Ah, şu çektiklerim hep senin yüzünden!" O, küçük kızın oyun arkadaşıymış, onu çok sevmişmiş, yaşadığı acıyı yazsa roman olurmuş, alan ilan. "Gevezelenme," dedim. "Aşk küstü mü?" "Küstü." "Bu ilişkide dönüp de yüzümüze bakar mı?" "Bakmaz." "İyi öyleyse, acımızı birlikte dindireceğiz. Sen olmadan ben hiçbir halt edemiyorum. Seni sıkıştırmayacağım. Olur olmaz zamanda misair ağırlamayacağım." Neyse, uzatmayayım, anlaştık sonunda. Gebe bıraktım kendimi kendim, hüzün doğurdum kapkara.
      
Ne yapalım, ne edelim derken, bir gün, aldık başımızı Ulus'a gittik. İkimiz de çok severiz, dolaştık Ulus'u. Uzunca bir süre, birini bekliyormuş gibi, heykelin önünde durup geleni geçeni seyrettik. Samanpazarı'nı gezip kaleye çıktık. Atakule'ye kıçımızı dönüp Altındağ taralarını seyre koyulduk. Çatısı tenekelerle kaplı evleri gördük. Çocukluğumu anımsadık. (Hayır, bunu ben anımsadım. Çocukluğumda küçük kız neredeydi bilmiyorum. Henüz tanışmamıştık onunla.) Kalenin içini dolaştık. Tülbent satın aldık genç bir kadından. Mavi rengi kalmadı, istersen yaparım dedi. İsterim dedik. Kucağında altı aylık oğlu, Ali; kayınbabasının adıymış. Bal rengi ikisinin de gözleri. Kadın öyle güzel, öyle kadın gibi bir kadın ki... Konuştuk biraz. Sonra yeniden gittik kaleye, yeniden, yeniden... Kalenin içindeki sokakları gezdik. Kapı aralığından avlulara baktık. Küçük çocuklarla göz kırpıştık. Birbirimize leblebi, su ikram ettik. Onlara, şuraya nasıl gidilir, oradan nasıl dönülür diye sorduk. Konuşmadık pek. Birbirimize bakıp bakıp, öyle, nedensiz güldük durduk. Çocukların gözlerini gördüm. Ne, merdivensiz kör bir kuyu; ne, yelkensiz bir kayık denizin ortasında... Kirazlarla dolu bir bahçe gördüm, kiraza kırmızıyı veren güneşi; Kendine kök salmış ne varsa hepsiyle barışık olan toprağı, toprağı toprak gibi kokutarak akan erimiş kar suyunu; ırmağın içinde akıntıya kapılmış giderken, tutup kurtulman için kıyıdan sana doğru uzanan tomurcuklarla dolu bir ağaç dalını... Çocukların gözlerinde gördüm, yitirdiğimi. Aynaya baktığımda artık kendi gözlerimde göremediğim, insanın içini sıcacık eden şeyi. Bir ağlayasım geldi... Zor tuttum kendimi.
      
Eve döndüm. Parça parça, kısa kısa, yazdığım bütün notları topladım. Daha önce yazdıklarımı bir kenara koyup yeniden yazmaya başladım.
      
O da katıldı, içimdeki küçük kız. Hiç ses etmedim; Saçlarını okşamalı, onu teselli etmeliydim. Biliyorum çünkü, eğer onun yüzü gülmezse, benim halim duman olur!... Birlikte yazdık öyküyü. Gecenin bir yarısı aklına gelen bir kaç tümceyi, unuturuz telaşıyla, hemen kalkıp bir yere not etmemi istedi. Bu cümle böyle kurulmaz, şöyle başlamalı, şunları şunları da yaz dedi. Ay! Bu böyle mi anlatılır dedi, alay etti benimle. Anlatmak istediğim şeyi anlatamayınca yazmayı bırakıp tırnaklarımı yedim; bizim kız durur mu, tırmaladı beni. Kavga dövüş yazdık öyküyü. Bu, öbür kavgalarımıza benzemiyordu. Birbirimizi incitmiyorduk, birbirimizi ağlatmıyorduk, birbirimizden uzaklaşmıyorduk.
      
Yazdıkça içimin sıcacık olduğunu duyumsadım. Kalede karşılaştığım çocukların gözleri küçük kızın avucuna düşmüştü sanki; gözlerime baksam, o çocukların gözlerini görecektim aynada.

 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş