Birbirimize
girmiştik. O bana kızgındı, ben ona. İkimiz
de burnumuzun dikine gidiyor, birbirimizi dinlemiyorduk. "Beni
kör kuyularda merdivensiz bıraktın"şarkısını
söylüyordum ben; bizim kız, "Sevdim seni bir kere..."
diyor, yerden yere vuruyordu kendini. Bildik hikaye...
İçimde küçük
bir kız vardı. Bir gün, içimdeki küçük kız, kendini yollara
vurdu. Koştu, koştu, koştu. Koştum, yalınayak,
çırılçıplak. Her gün geçtiği sokaklara nasıl
bakardı? Yollara bakamadı küçük kız; onunla gezdiği
yollara... Yumdu gözlerini; sıkı sıkı. Taşlara,
kusmuklara, sidiklere, balgamlara, izmaritlere, şiirlere basa basa
koştu. Ben de koştum onunla. Yüreğim takıldı
ayağıma, düştüm. Yüreğimin içindeki küçük kız
düştü. Düştük. Kan revan içinde kaldı öksüz, küskün memelerim,
ellerim, yüzüm... Saçlarımda kusmuk, yüzümde kan, avucumda yüreğim.
Avazı çıktığı kadar bağırdı küçük
kız, "Ayrılık ne acıklı bir sözcük!"
"Hayır, güzelim" dedim, "Ayrılık komik."
"Kızılay, sağ yanına bakamam sol yanımda
bir yer, sol yanım..." Koştu içimdeki küçük kız. Gidecek
yeri yok. Gidecek yerim yok.
"Gel," dedim ona.
"Gel annem, ben sana başka aşklar bulurum, aşkların
en güzelini bulurum, bırak o bir çit gözü, tamam mı?"
"Tamam" dedi. Pis yalancı! Ne zaman ortalığı
toplayıp başka bir çit göz buyur etsem içime, içimi darmadağın
etti, her şeyi döküp saçtı. Yeni konuklara ayıp olmasın
diye, dağıttıklarını apar topar teptim bir yerlere.
Acıyı aldım en dibe tıkıştırdım.
Hüznü onun yanına yasladım, anıları alta attım,
korkuyu, gözden en ırak köşeye... Ortalığı toplamaktan,
oturup iki çit la edemedim yeni konuklarımla. Onlar da ne yapsın,
sıkıldılar, müsaade istediler. Ay, vallahi olmaz dedim.
Hemen kalkılır mı dedim. Karpuz kesseydim dedim. Kimi,
amma pasaklısın dedi. Kimi, bırak dağınık
kalsın, çok oturmayacağım, öyle bir uğramıştım
dedi.
En son konuk da çıkıp
gidince, bir iyice payladım küçük kızı. "Bak güzelim"
dedim, "Kadın doğa gibidir; yeniler kendini... Biz öldük.
Yüreğimizin yarasını birlikte iyi edelim. O bir çit göz
olmaz, o olmaz artık." Küçük kız salya sümük... "Artık
olmaz diyorum kız, anlasana! O, bütün şiirlerin içine tükürdü,
bütün tomurcukların, bütün türkülerin..." Sonra küçük kız
aldı laı. "Sanki ben bilmiyor muyum yitip gittiğini?
Ah, şu çektiklerim hep senin yüzünden!" O, küçük kızın
oyun arkadaşıymış, onu çok sevmişmiş, yaşadığı
acıyı yazsa roman olurmuş, alan ilan. "Gevezelenme,"
dedim. "Aşk küstü mü?" "Küstü." "Bu ilişkide
dönüp de yüzümüze bakar mı?" "Bakmaz." "İyi
öyleyse, acımızı birlikte dindireceğiz. Sen olmadan
ben hiçbir halt edemiyorum. Seni sıkıştırmayacağım.
Olur olmaz zamanda misair ağırlamayacağım."
Neyse, uzatmayayım, anlaştık sonunda. Gebe bıraktım
kendimi kendim, hüzün doğurdum kapkara.
Ne yapalım,
ne edelim derken, bir gün, aldık başımızı Ulus'a
gittik. İkimiz de çok severiz, dolaştık Ulus'u. Uzunca
bir süre, birini bekliyormuş gibi, heykelin önünde durup geleni geçeni
seyrettik. Samanpazarı'nı gezip kaleye çıktık. Atakule'ye
kıçımızı dönüp Altındağ taralarını
seyre koyulduk. Çatısı tenekelerle kaplı evleri gördük.
Çocukluğumu anımsadık. (Hayır, bunu ben anımsadım.
Çocukluğumda küçük kız neredeydi bilmiyorum. Henüz tanışmamıştık
onunla.) Kalenin içini dolaştık. Tülbent satın aldık
genç bir kadından. Mavi rengi kalmadı, istersen yaparım
dedi. İsterim dedik. Kucağında altı aylık oğlu,
Ali; kayınbabasının adıymış. Bal rengi ikisinin
de gözleri. Kadın öyle güzel, öyle kadın gibi bir kadın
ki... Konuştuk biraz. Sonra yeniden gittik kaleye, yeniden, yeniden...
Kalenin içindeki sokakları gezdik. Kapı aralığından
avlulara baktık. Küçük çocuklarla göz kırpıştık.
Birbirimize leblebi, su ikram ettik. Onlara, şuraya nasıl gidilir,
oradan nasıl dönülür diye sorduk. Konuşmadık pek. Birbirimize
bakıp bakıp, öyle, nedensiz güldük durduk. Çocukların gözlerini
gördüm. Ne, merdivensiz kör bir kuyu; ne, yelkensiz bir kayık denizin
ortasında... Kirazlarla dolu bir bahçe gördüm, kiraza kırmızıyı
veren güneşi; Kendine kök salmış ne varsa hepsiyle barışık
olan toprağı, toprağı toprak gibi kokutarak akan erimiş
kar suyunu; ırmağın içinde akıntıya kapılmış
giderken, tutup kurtulman için kıyıdan sana doğru uzanan
tomurcuklarla dolu bir ağaç dalını... Çocukların gözlerinde
gördüm, yitirdiğimi. Aynaya baktığımda artık
kendi gözlerimde göremediğim, insanın içini sıcacık
eden şeyi. Bir ağlayasım geldi... Zor tuttum kendimi.
Eve döndüm.
Parça parça, kısa kısa, yazdığım bütün notları
topladım. Daha önce yazdıklarımı bir kenara koyup
yeniden yazmaya başladım.
O da katıldı,
içimdeki küçük kız. Hiç ses etmedim; Saçlarını okşamalı,
onu teselli etmeliydim. Biliyorum çünkü, eğer onun yüzü gülmezse,
benim halim duman olur!... Birlikte yazdık öyküyü. Gecenin bir yarısı
aklına gelen bir kaç tümceyi, unuturuz telaşıyla, hemen
kalkıp bir yere not etmemi istedi. Bu cümle böyle kurulmaz, şöyle
başlamalı, şunları şunları da yaz dedi.
Ay! Bu böyle mi anlatılır dedi, alay etti benimle. Anlatmak
istediğim şeyi anlatamayınca yazmayı bırakıp
tırnaklarımı yedim; bizim kız durur mu, tırmaladı
beni. Kavga dövüş yazdık öyküyü. Bu, öbür kavgalarımıza
benzemiyordu. Birbirimizi incitmiyorduk, birbirimizi ağlatmıyorduk,
birbirimizden uzaklaşmıyorduk.
Yazdıkça
içimin sıcacık olduğunu duyumsadım. Kalede karşılaştığım
çocukların gözleri küçük kızın avucuna düşmüştü
sanki; gözlerime baksam, o çocukların gözlerini görecektim aynada.