VİYADÜK ŞAHA KALKTI

Mehmet Batur

 

“Aşk, hırlarken ağlamaktır.”

        (beklemektir)

        Evrensel’de oturuyordum. Sabahtan beri, ayrı ayrı zamanlarda ve ayrı ayrı mekanlarda üç dea aradım ama cep teleonu cevap vermedi. Sandalyeye kurulduktan sonra bir an ne yapacağıma karar veremedim. Açıp Ahmet Hamdi okusam mı diye düşündüm. Georges Bataille’ın İmkansız adlı kitabını çıkardım çantadan, ona hediye etmek için almıştım. Kitaba biraz göz gezdirdikten sonra kalkıp kendime bir çay aldım. O sıska kız yoktu. Orta yaşlı bir kadın ve bir de adam vardı her zaman onu görmeye alıştığım tezgahın arkasında. Çayımı alıp masama geri döndüm. Çayı içtim. Sigara da içtim. Hemen arkamda biriyle röportaj yapılıyordu. Genç bir adam olmalıydı, sesi gençti çünkü. Resimle ilgili bir şeydi sanırım konu. Simetriden bahsediyorlardı. Ama soruları soran kadın çok salaktı. Genç adam oldukça sıkılmış olmalıydı. Başımı biraz kaldırınca duvarlardaki tabloları gördüm. Bir sürü surat resmi vardı. Nihayet düştü jetonum: heri burada sergi açmıştı. Suratlardaki simetriye bakarken ben, arkamda aynı konu üzerine yapılan röportajdaydı kulağım.
        “Teleon edebilir miyim?” diye sordum orta yaşlı adama. Başını sallarken teleonu vermişti. Aradım. Teleon açıldı.

                “Uyandırdım mı?”
                “Hayır, beş dakika önce uyanmıştım.”
                “Tamam o zaman, bana kızmamışsındır.”
                “(gülerek) Hayır. Sen nerdesin şimdi?”
                “Taksim’deyim. Evrensel Kültür’ü biliyor musun?”
                “Evet.”
                “Orada oturuyorum.”
                “Hmm, saat kaç şimdi?”
                “Bir.”
                “Ben ancak iki buçuk gibi orada olurum. Sen kaça kadar oradasın?”
                “Sen gelene kadar beklerim.”
                “Tamam, o zaman, geliyorum.”
                “Görüşürüz.”
                “Bay bay.”

        Dört yüz elli bin lira tuttu. Malum, cep teleonu. Ama tabii ki değerdi. Mutlu mutlu masama geri döndüm. İlk iş olarak “İmkansız”ın ciltlerini açmaya başladım. Pasomu bu iş için kullandım. Sonra hemen, arkadaki boş sayalardan birini açıp şunları yazdım:

        “Anadolu Ekspresi’nde, cam kenarındaki koltukta yumruklarımı sıkarak karanlığa baktım. Tren, öyle hızlı ve öyle kararlıydı ki, mehtapsız, kör karanlık gece bakışlarını kaçırdı benden...
        Dilim umuda döndükçe, sıyırabiliyorum tenimi ‘imkansız’ın lanetinden.

11 aralık 1999
Cumartesi”

        Kitabın üçüncü sayasına da Bayan E.’nin adını yazdım. Geldiğinde kitabı ona hediye etmek üzere çantama geri koydum.
        Artık yapacak pek azla işim kalmamıştı. İki buçuğa henüz bir saat vardı ve ben Sahnenin Dışındakiler’i çıkarıp okumaya başladım. Saat iki gibi içerideki salonda “Çocuk gözüyle İnsan Hakları” konulu bir gösterim olacağı duyurusu yapıldı. Vaktim olsaydı giderdim. Dün “Dünya insan hakları” günüydü. Ama vaktim yoktu. Bayan E. gelince hemen tünele inecektik, Karaköy ve oradan da yürüyerek Eminönü. Sonra tramvayla doğru Çemberlitaş, Medrese. Nargile içerken ona İstanbul’un sadece Bizans’tan ibaret olmadığını, işte, bir de Osmanlı yüzü olduğunu ispatlamaya çalışacaktım belki. Belki de o, başka bir şeyleri bana gösterecekti. Son e-postasında Bizans yüzlü İstanbul’un kadınsı, Osmanlı yüzlü İstanbul’unsa erkeksi olduğunu düşündüğünü yazmıştı. Bunu ilk okuduğumda oldukça ilginç gelmişti. Konunun bu dizgede anlamlandırılmasına hâlâ tam olarak vakı olabildim diyemem. Hele bir gelsindi, mutlaka verecek cevapları vardı bu konuda.
        Bir adam ve bir kadın gelip izin isteyerek masama oturdular. Başımı kaldırıp yüzlerine bakmadım. Kitabı okumaya devam ediyordum. Cemal mahalleye geri dönmüş, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını temaşa etmekteydi. Savaş ve ardından işgal altında bir İstanbul tahayyülü.. Eh, bunun neresi tahayyülse! Benimki de la işte!..
        Saat iki buçuğu geçiyordu. Ben başımı kaldırıp kaldırıp kapıya doğru bakıyordum. Saat üçe çeyrek vardı ve kimsecikler yoktu. Canım, ta nereden gelecekti, gecikmesi doğaldı!.. Ama mekan çok kalabalıklaşmaya başlamıştı. Şu gösteri de bitmiş, oradan çıkan irili uaklı bir yığın hak savunucusu kardeş içeriye doluşmuştu. Sigaramı, kitabımı toplayıp kalktım.
        Asansörün beşinci kata gelmesini bekledim önce. Öyle bir aksilik olsun istemezdim. Geldi ve içinden kimse çıkmadı. Asansörden önce inmeyi başardım. Pasajın dışına çıktım. Tabii Bayan E.’yi gözden kaçırmamak için de etraa dikkatle bakınıyordum. Dışarı çıkıp bir süre orada bekledim. Sonra teleon kulübelerine gittim. Sıra vardı. Benim beklediğim teleonda bir zenci, tam otuz kontürlük konuştu. Küürlerimle artık aşizan bir tavır takınmaya başlamışken zenci teleonu kapadı. Kartı yerleştirip numaralara bastım. Teleon çalıyordu. Dokuz kere çaldı ama açan olmadı. Yeniden aradım. Numaraları tekrar çevirdim. Bir teleon numarasında bu kadar çok altının ne işi var diye düşündüm. Gerçi bunu sabahtan beri düşünüyordum. Teleonu bu seer on kere çaldırdım ama açan olmadı. Bir tedirginlik kol gezmeye başladı etraımda. O tedirginlikle birlikte yukarı, YKY’nin önüne çıkıp etraa bakındım. Saat üçü on geçiyordu. Üçü çeyrek geçe bir daha aradım. Karşı tarata bir kadın sesi benden mesaj bırakmamı istedi. Evrensel’den çıktığımı, YKY’nin önünde beklediğimi söyleyip kapattım. Tekrar YKY’nin önüne, direklerin oraya döndüm. İlk dea caddenin bu kadar kalabalık olmasına sinirleniyordum. Bir sürü surat vardı, hepsine birden bakmam imkansızdı. Ne tür kıyaetler giydiğini biliyordum, bu ilk başta bir şans gibi gelmişti ama maalese ki kadınların çoğu o tür kıyaetler giyiyordu burada. Ve yüzler de, yani bakıp durduğum bütün o yüzler de bana beş altı metre yaklaşana kadar hep ona benziyordu. Ya da tedirginliğim paranoyaklığa seğirtmekteydi de ben henüz arkında değildim bunun.
        Saat üç buçuğa geliyordu ve artık tedirginlik büsbütün paranoya olmuştu. Yoksa, diyordum, gene mi başlıyoruz?!. Artık insanların alay ederce bana baktığını hissediyordum. Teleon kulübesine bir kaç kere daha gittim bu arada, ama hep mesaj bırakmamı isteyen o kadının sesi vardı teleonda. Kulübenin civarında kümelenmiş durmadan teleon sırası bekleyen zenciler bile bana alaycı alaycı bakıyorlardı.
        “Bu Bizans şehre bu kadar âşık olmasaydım, çoktaaaan giderdim buralardan” demişti mektuplardan birinde. Bu laından sonra içimde anormal bir coşku duymuştum. Ona şehrin öteki yüzünü mutlaka göstermeliydim! Uzunca bir e-posta yazmıştım. İşte şu Bizans ve Osmanlı çehreli şehir hakkında. Taksim’in Bizans’ı ne kadar çağrıştırdığını, buna karşılık Beyazıt ve o bölgede de Osmanlı’nın nasıl estiğini ilan anlattım. İstanbul’a gerçekten âşık olanların, şehrin bu iki siluetini birden sindirebilenler olduğunu, aksi halde hemşehri sayılamayacaklarını, vesaire. Mektubun sonunda da Kadıköy ve Moda sahilleri ile ilgili ucu açık bir la ettim. Bu Cumartesi nargile içerken devamını getirmek üzere yazmayı kestim. Cuma akşamı evden çıkıp sitenin yukarısındaki teleon kulübesine gittim. Evdeki teleon şehirler arasına kapalı olduğu için cep teleonlarını arayamıyordum. Teleon uzun uzun çaldıktan sonra açıldı. İlk sorum “Neredesin?” oldu.
        “Eve gidiyorum” dedi. Teleon kulübesinden aradığımı, sebebini de belirterek anlattım. Onu evden aramamı istedi. Ev teleonunu verecekti ama yanımda kağıt kalem yoktu. Benimkini yeniden aldı. Evine varınca beni arayacaktı. Saat yedi buçuktan on ikiye kadar bekledim ama aramadı. Bu bekleyiş serüvenimin çoğunu televizyonun karşısında geçirdim, herhalde bu yüzden “bir sebebi vardır elbet” diye avutabildim kendimi. Ama saat on iki gibi yatağımdan kalkıp bilgisayarın başına geçerken göğsümde müthiş bir sızı vardı. Televizyonun çekip yuttuğu hüzün, yataktan kalkar kalkmaz şiddetli bir keder olup üzerime çökmüştü. İnternet’e bağlanıp posta kutuma baktım. Bir mesaj vardı. Tuha gerekçelerle aramamasını açıklamıştı. Bunun üzerinde azla durmadım, çünkü yarın buluşmak için sabahtan teleon edeceğini söylemişti. Ve de şu Bizans yüzlü İstanbul’un kadınsılığı ve Osmanlı yüzlü İstanbul’un erkeksiliği ile ilgili hissettiği duyguyu yazmıştı. Konuşacak şeyler vardı. Konuşacak çok şey vardı. Konuşacak o kadar çok şey vardı ki, belki de bu yüzden susakalmaktan korkuyordum. Yüzündeki o iadeyi hayal ettim: Okuldan çıkarken arkasından koşarak ona yetişmiş ve “Bayan E.” diyerek omzuna dokunmuştum. Birden korkup küçük bir çığlık atmıştı. Dönüp bana baktığında içimin eridiğini hissetmiştim. Ayak üstü kısa süren bir sohbetin ardından ters yönlere gidip ayrılmıştık. Yağmur yağıyordu. O minibüse bindikten sonra kendimi arabaların vızır vızır geçtiği caddeye attım. Ayazağa’ya yağmur yağıyordu ve ben korna seslerinin arasından koşarak karşıya geçmiş ve bir sonraki durağa kadar birden iyice azan yağmurun altında yürümüştüm. Ve aklımda sadece o küçük çığlığın ardından bana bakan surat vardı. Aslında aklımda değil... Sadece o yüz ve iade vardı, onun dışında hiçbir şey... Belki yağmur, biraz.
        Üç sene önce görmüştüm ben o iadeyi. Üç sene önce onu ilk gördüğümde âşık olmuştum. Ama yüzündeki mânâ o kadar açıktı ki -sen orda yıldızlara bakar dalarsın, ben burda cigaramı yakar dalarım- sadece günlüklerime düştüğüm bir kaç satırla yetinmiştim. Zaten sonradan araya bir sürü şey girdi.
        Üç sene sonra ilgisiz bir şekilde tanıştık. Aslında çok da ilgisiz değildi. Ben o sıralar kabuğundan çıkmaya çalışan bir tür böcektim. Güzel gözlü bir kıza... evet, asılıyordum! Geçmişimi azlaca kurcalamak istemiyorum, ama inanın sadece bir çit güzel gözü olması ona tutunmam için yeterli bahaneydi. Çünkü bir şeylere tutunmaya çok azla ihtiyacım vardı. Kıza biraz yanaşmaya çalıştım. Tabii hayatımda ilk dea yaptığım için azlasıyla beceriksizdim. (Dizlerimin nasıl titrediğini görseniz, herhalde gülmekten göbeğiniz çatlardı.) Nasıl oldu anlamadım ama kızın da bana yanaştığını hissettim. Bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir. Her neyse, zaten bunu arkedince hemen geri çekildim. Çünkü bu kız çok... temizdi. Yani günahsız, kirlenmemiş. Ben ona sadece acı verebilirdim. Biraz düşününce, en kelli ellileri bile bendeki “lâneti” inanılmaz kısa zamanlarda arkedip kaçmaya çalışıyorlarsa, bu bîçare ne yapabilirdi ki?! Öyle birden geri çekilmem onu da şaşırtmıştır, hatta belki bu şekilde yine ona zarar vermişimdir ama olsun, beterinden korudum onu... En azından kendimi hâlâ bu şekilde kandırabiliyorum!
        İşte, hemen geldi belam. Tastamam bir kadın çıktı karşıma. Asla anlayamayacağım cinsten. Eh, hürriyet de benim ilah olmaz tutkum olduğundan, atılıverdim kuyuya. Neymiş eendim, ben, düş kurucusu alanca, Bayan E.’ye İstanbul’u anlatacakmışım!.. O ki ne o!
        Hayır, bu kadar da acımasız değilim kendime karşı. Bayan E.’ye bir şeyler anlatmak, herhalde en son derdimdi. Maslak’ta, üstgeçidin altındaki o bakışı ve bir de okulda bir kare daha... Ve üç sene öncesinin hiç eskimemiş düşleri... Tamam, yine utanarak söyleyeceğim bunu: Ben Bayan E.’ye âşık oldum baylar! Ama bunu bir süre daha gizlemek istiyordum. Öncelikle kendimden. Nedenini tam olarak bilemiyorum, yani kendimden neden gizlemeliydim? Bunun cevabını bulamadım ama düşsel bir karşılığı olduğunu seziyorum. Gerçi, bu gizleme işinde ne kadar başarılıyım, o da ayrı konu.
        Neyse canım, bunlar önemli değil artık. Şimdi Galatasaray’da, YKY’nin önünde onu bekliyorum. Tamam, biraz gecikti, ama olsun, hem Medrese akşamları daha güzel olur. Saatime baktım: Neredeyse dört olacaktı. Anlatmadığıma bakmayın, o kadar çok şey kurdum ki kaamda, çoğunu ben bile hemen unutuyordum. Acaba şu an Evrensel’de beni bekliyor olabilir mi? Acaba ailesiyle ilgili bir sorun çıktı da o yüzden mi gelemedi? Acaba kaza mı geçirdi? Ama bütün bunlar teleonun cevap vermemesini açıklayamıyordu. Düşünüyor, hesap yapıyor, anlam çıkarmaya çalışıyordum. Teleonu çaldırmış olabilir miydi mesela?.. Artık sırtımı kırmızı sütuna dayamış, ayak değiştirerek kalabalığa bakmaktan başka çarem kalmamıştı. Saat dörde beş vardı ve ben neredeyse bakma yetimi kaybedecektim. O kadar çok insan -daha çok kadın- yüzü gördüm ki, yanımda bir bilgisayar olsa sıkı bir savaş sahnesi tasviri yapabilirdim. Ya da yüz küsür adet aşk öyküsü...
        “Ben hâlâ YKY’nin önünde bekliyorum... Biliyorum, beklemek güzeldir ama çok acıktım. Artık gel istersen.”
        Saat dörtte teleona bıraktığım mesajda bunları söyledim. Saat dört çok önemliydi. Kulübeden ayrılıp yine bekleme yerime döndüğümde ne tedirginlik vardı üzerimde ne de paranoyaklık. Aslına bakarsanız üzerimde hiçbir şey yoktu. En son kurduğum düş, Enis Batur’un pencereden bana bakıp sekreteriyle birlikte gülüşmesiydi. Sonra bir şey oldu. Kalabalıkla ilgili bir şeyler... Hani televizyonda bazen görüntü kayar ya, çizgi çizgi olur ekran, onun gibi... Yüzleri seçemiyordum. Aklımda sadece Bayan E.’nin o küçük çığlığı attıktan sonraki bakışı vardı. Aklımda dediğim gözümün önünde. Ama öyle sanrı kadar da net değil. Hareket, yukarı doğru, aşağı doğru yürüyen insanlardan doğan o hareket duygusu tuha şekiller gibi görünmeye başladı gözüme. Bir nevi raktal olmaya başladılar. Yani kalabalık kavramını bütünleyen ertler, raktalın birbirine eklemlenmiş parçaları gibi oldular. Birbirlerine eklendiler. Siyah bir yığın, beşik gibi bir yukarı bir aşağı sallanıp duruyordu. Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. Daha beter oldu. Aklımı mı kaybediyorum diye kuşkulandım kendimden. Saat dörde kadar hep onu beklemiştim. Yani yüzüne baktığım her insanda onun bir işaretini arıyordum, bir mimiğini... Ama artık öyle değildi. Artık bakmıyordum, sadece görüyordum. Düş kurmaktan yorulan insanın bir yerden sonra düş görmeye başlaması gibi. Bilgenin biri “Yeterince beklersen âşık olursun” demiş. Benimki öylesine bir bekleyişti ki, âşık değil de, sanki aşk olmuştum ben. Kendimi iyice kaybettiğim o yarım saat içinde Bayan E.’yi hemen hiç düşünmedim. Saat dört buçuk olduğunda teleon kulübelerine doğru yürüdüğümü arkettim. Bir tanesi boştu. Kartı yerleştirip numarayı çevirdim. Altı, altı, altı, altı... Teleon çalmaya başladı. Neredeyse bir saattir hep mesaj isteyen kadın çıkıyordu. Çaldığını duyunca birden umutlandım. Ama sinyal sesi on ikinci kez çalarken ben yine acı acı gülümsüyordum. Az önce içimde peydahlanan umudun ne kadar şekilsiz ve başıboş olduğunu anımsamıştım. “Yeniden ara” düğmesine bastım. Birden yine o kadın çıktı ve mesaj bırakmamı istedi. Cep teleonlarından hiç anlamam, bunun ne demek olduğunu da bilmiyorum. Bir mesaj bıraktım.

        “Yarım saat daha bekliyorum Bayan E.... ama sanırım artık sizi değil... sevgiler”

        Yarım saat daha bekledim. Yemin ederim bekledim! İlk on dakikası bitince hareket eden siyah kütle yok oldu. Cadde bomboştu. Sadece sesler geliyordu. Hiçbir yüz ya da bir adım göremedim. Sonra iki tane çıktı ortaya. Birden göründüler rayların üzerinde. Dört kolluydular ve çıplaktılar. Hai kamburları vardı. Elleri çok büyüktü. Kaalarında saç yoktu. Kulaklarının üstleri benimkilere göre biraz daha sivriydi. Boynuzları yoktu. Bu hiç de şaşırtıcı değildi, yani boynuzlarının olması gerekmiyordu. Mortal Kombat esinlenmesiyle Goro adını takmıştım zamanında onlara. Bir daha gelmezler diye umuyordum ama. Çünkü o kadar büyük suç işlemeyeceğime dair söz vermiştim. Büyük adımlar atarak bana doğru geldiler. Goro-1 yanıma gelir gelmez o kocaman eliyle suratıma vurdu. Yere düştüm. Goro-2 deri montumun yakasından tutup kaldırdı ve Goro-1 yine vurdu. Boş bir çuval gibi sallanıyordum Goro-2’nin elinde. Sonra o da bir tokat vurdu ve beni bıraktı. Yere düştüm. Tekmelediler. Neesim daralmaya başlamıştı ama tekmelerden değil, sigaradan. O gün YKY’nin önünü bir paket Samsun’la ben kirletmiştim!..
        Koltukaltlarımdan kavrayıp kaldırdılar. Sürükleyerek beni Taksim’e çıkardılar. Yolda insanlara çarpıyordum. Ama onlar çarpmıyorlardı. Beni tedirgin bir lorya otobüsüne bindirip yok oldular. Otobüs Şirinevler’e gelene kadar mahkemem sürdü.

 

        (c..k.)

        (mahkememdir)

        Ne kadar anlamsız. “Aşk, hırlarken ağlamaktır” demek istiyorum artık. Ama hırlamayı da becerebildiğimi sanmam. Sadece ağlamak...
        Aynı salondu, büyükçe bir ami, yüksek kürsü ve sadece elini görebildiğim yargıç. Hiçbir kurala uymadılar. Bildiğim hiçbir mahkeme adabını uygulamadılar. Hep bir ağızdan suçladılar beni.

        “Gırtlağındaki bıçaktan da mı utanmadın!?”
        “Sen neyi biliyorsun ki neyi anlatacaktın?”
        “Şehri umudunla kirlettin!..”
        “Seni düşbileycisi seni!”
        “Aşağılık heri, pis korkak!”
        “Utanmaz arlanmaz meşk müptelası!”

        Ve daha neler... İçimde birbirine karışmış şarkılar söyleniyordu. Nesnesini yitirmiş umutlarımı düşlüyordum düşmahkememde. Benim mahkememde... benim mahkememde beni yargılıyorlardı. Yargılamıyor, sadece suçluyorlardı. ırıl ırıl dönen bir ay tasarlıyordum başımın üzerinde. Başımın üzeri ahşap tavandı. Yıldızsız mehtapsız geceydi. Yağmursuz bulutlardı. Çığlıksız korkulardı. Bendim... Ellerim, parmaklarım bükülmeye başladı. Gürültü, aynı kalabalığa olduğu gibi bütünleşmeye başladı. Benim dışımda her şey bütünleşiyordu. Benim dışımda her şey tek bir parçaydı. Bütünlerden ölesiye korkuyordum. Her şeyden korkuyordum. Yaşıyor olduğumu kendime itira etmekten korkuyordum. Dizlerim büküldü ve yere düştüm.
        Sustular.
        Düşler, yargılayanlar da olsa, hep utandılar.
        Dizlerim yere değdiğinde salon yok oldu. Benim, özellikle de eklemlerimin bu hareketleri, nedense çok azla ilgiliydi var-yok oluşlarla. Susmanın bir eylem mi yoksa bir durum mu olduğundan emin olamıyordum bir türlü. Mahkemeyi sildim. Satırını sildim mahkemenin. Başım öne düştü. Ellerimi yere bastırdım. Omuzlarımda mırıldanmalar oldu. Şimşek gibi çakıyordu göz kapaklarım. Neden ölmek bu kadar kolayken, dirilmek, yeniden doğmak böylesi acı veriyordu?...
        Acı!..
        Beklemek... Kuş... Bakmak... Azgora’nın umutsuzluğu... Cinayetlerin meçhuliyeti... Oh!..
        Hırlarken göğsüm inip inip kalkıyordu. Başımın üstünde gök yoktu. Elimin altında, dizimin altında, ayak parmaklarımda yer yoktu. Sağım solum önüm arkam yoktu. İnip inip kalkıyorken göğsüm, ben, bir nebze olsun titremeden, ta ciğerlerimden gelen neeslerle hırlıyordum. Ben hırlarken “ben”i çepeçevre saran yokluklar sarsılarak, hıçkırarak ağlıyorlardı. Yokluklar çoğuldu. Yokluklar çoğuldu!.. Aman tanrım, ben çoğuldum!...

        Düşümde, düşünden uyanan birini gördüm. Yokluğum neşelendi. Düşümde umudu gördüm yine, her yanım ateşlendi. Hırlayarak başımı, on bin yıllık bilinciyle birlikte başımı kaldırdım... yukarı, daha, daha yukarı. Yumruk yaptım ellerimi, büklüm büklüm oldum, sıktım. Yeri düşledim. Göğü düşledim. Ben hırlarken ağlayan yokluğum üzerime döküldü, tıpkı asalta dökülen kemik parçaları gibi, takırdayarak, gıcırdayarak açılan kapılar gibi. Kapı önünde toz haline gelip içeri sızan bedenim, nesnem gibi. İçeride beni bekleyen kirlide kalmış aşklar gibi... aksini yitirmiş yalnızlıklar, toz olup dağıldılar. Ben kapıdan içeri, içeriden gelen ışığa baktım. Görmeden baktım, kurdum.... Sözcüklerim beni buldular. Ölüm, beni buldu. Aşk, tek başına beni buldu. Ben, bütün o yokluğun ortasında tek başıma vardım! Aşk beni bulunca ben vardım. Sûretim yüzümde yansıdı. İki şehir arasında uzanan bütün asalt yollar şaha kalktı; şehrin iki omzunda hırlayarak ağlayan viyadükler şaha kalktı. Oh, viyadük şaha kalktı!
        Hrrrrrrrr.....layarak viyadük şaha kalktı...

 

Murat Gülsoy
BU KİTABI ÇALIN
Can Yayınlarından Çıktı

 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş