Simon Bolivar’ın Lefkoşa Sokaklarındaki Hazin Öyküsü

Cengiz Erdem

 

       Simon Bolivar’ın şuuru yerindeymiş ve şuurunda gezinen bir düşünce varmış. O düşünce şuymuş: “Bir yerde fikir, vicdan, ve ifade hürriyetinin olmaması o yerde ters giden bir şeyler olduğunun göstergesidir. Meşur tır şoförü Murphy der ki: Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, o şey ters gider. Eğer bir yerde fikir, vicdan ve ifade hürriyeti engelleniyorsa demek ki o yerin başındakilerin saklamaya çalıştıkları birtakım şeyler vardır.” Aklındaki bu düşünceyle ortalıkta beyin kanaması ve kalp krizini aynı anda geçire geçire dolanan Simon Bolivar bahçesinde pembe pembe güller olan bir şato görmüş. Ne işi varmış ki bu şatonun Lefkoşa’da?! Bu şatonun Lefkoşa’daki işi aleme ibret olmakmış sevgili sanatseverler. Simon Bolivar’da merak uyandıran bu esrarengiz şato, gene Simon Bolivar’da önüne geçilmez bir hayret, bir de korku ve acıma duygularını provoke etmiş. Simon Bolivar diğer iki duyguya rağmen özellikle bu merağa direnemeyeceğini anlayınca şatonun kapısını çalıp, şatoya Lefkoşa’da ne işi olduğunu sormaya karar vermiş. Temkini elden bırakmayarak şatoya doğru yönelen Simon Bolivar çok geçmeden bahçe kapısındaki “Dikkat Köpek Var!” yazısını kaale alması gerektiğini idrak edecektir. Kapıya iki kere vuran, tak-tak, Simon Bolivar kelimelerin diziliş sırasının, kendi karakteri hakkında biz okuyuculara ne denli çok bilgi verdiğini biliyordu elbet. Düşünelimdi biz; Simon Bolivar’ın karakteri hakkında en ufak bir bilgi verilmemesine rağmen yazar tarafından, biz okuyucular Simon Bolivar hakkında hiç de azımsanamayacak ölçüde fikir ve renk renk hisler sahibi olabilmiştik. Herneyseydi, kapının açılmadığını gören Simon Bolivar iki kere daha, tak-tok, vurdu kapıya. Hav, hav, hav gelen gri bir köpek, ki köpeğin rengi her öyküde olduğu gibi bu öyküde de kurgu açısından önemsizdir, Simon Bolivar’ın bacağını ısırmazdan evvel öyle melün melün baktı Simon Bolivar’ın suratına. Bu bakışı hayra yormayan Simon Bolivar, köpeğin bakışını “ne var?” sualiyle eşdeğer bir bakış olarak yorumladı ve “heh, heh” diye gülmekle büyük bir hata yaptığını anlaması için köpeğin saldırısına uğraması gerekti. Anlamak için muhakkak suretle bir bedel ödemek gerekirdi demek ki. We were bleeding, we are bleeding, we will bleed, he still bleeds diye kanlar akmaya başladı Simon Bolivar’ın köpek ısırıklarıyla kanayan vücüdünun çeşitli kısımlarından, özellikle de bel altı falan…
       Simon, köpeği tuttuğu gibi, artık şatoyu falan da umursamıyordu, en yakın dostlarından biri olan Kasap Hasan’a götürdü. Köpeği gören Kasap Hasan şunu söyledi: “Vay! Simon, avdaydın ha?!”
       “Yok yahu sen da, ne avı?” dedi Simon, “bu it bana saldırıp her yerimi ganatdı, aşk ganadım Lefgoşa misali, dikenni teller vardı sanki annımda İsa misali, al bu iti kes, doğra, akşama kebap yapalım, yarın da ‘kelleyi goydum fırına’ şarkısını söylerik.”
       “Hah, hah, hah!” güldü Kasap Hasan; bayılmıştı bu işe, “Hah, hah, hah!”
       Köpeği Kasap Hasan’ın dükkanda bıraktıktan sonra, kendisini neredeyse keyfinden delirecekmiş gibi hissetti Simon Bolivar. O böyle hissetmesindi de kim hissetsindi. Şato’nun aslında o kadar da önemli olmadığını düşünmek gafletine düşen Simon Bolivar, elbette ki bunun da bedelini akıl almaz ruhsal ve fiziksel acılarla boğuşmak zorunda kalarak ödeyecekti. Mesela, belki de, kendini bir fareye dönüşmüş sanacak ve ikinci kez evlenecek karı bulamamaktan çok korkacaktı. Tüm bunların şimdilik farkında olmayan Simon, neşe içerisinde devam ediyordu ki yürüyüşüne, birden bire masallarda duyulan o seslerden birini duydu: Guguk, guguk, guguk; “hassiktir!” diye bağırdı Simon, zira bu seslerin kaynağı şatoydu. Bir başka deyişle şato guguk, guguk, gugukh diye sesler çıkarıyor ve Simon’u da “hassiktir, hassiktir” diye bağırta bağırta kendine doğru koşturtuyordu; şut ve gol temasıyla örülmüş hayatının kıyısındaydı Simon.
       Tak-tak-tak-tok diye dört defa çaldı Simon üzerinde “GİRİŞ KAPISI” yazan kapıyı. “Kim o?” dedi kapı.
       “Ben Simon Bolivar” dedi Simon, “Simon Bolivar’ın Lefkoşa Sokaklarındaki Hazin Öyküsü ve Esrarengiz Bir Şato Kapısı Arasında Geçenler adlı yazının baş kahramanı.”
       Simon’un bu yanıtı üzerine öykünün ilerleyebilmesi ve okurların isyan etmemesi için açılması gerektiğini anlayan kapı… bu noktada Ulysses’in gümüşi ekranından bir alıntı yapmak durumundaydı, bir çift tebessüm etti, “Pekala, o halde kendin de inanmadığına göre bu yazının doğruluğuna, karşılığında para istemen abes. Dowden, Hamlet’te esrarlı bir şeyler olduğu kanaatindeyse de daha fazla bir şey söylemiyor” dedi, “bu da demek oluyor ki?! Buyur geç içeri… gaaarç, gırç.”
       “Kapı, kapı çok sağol güzel kapı” dedi Simon ve içeri girdi.
       Kapı Simon’a bir sigara uzattı, bir de kendisi aldı. Simon hemen bir kibrit bulup sigaraları sırayla yaktı.
       “Tenk yu veri maç” dedi kapı ve devam etti, “siz Yahudiler neden bizim kültürümüzü, bizim dinimizi ve bizim lisanımızı kabul etmezsiniz? Sizler göçebe çobanlarsınız: Biz ise yüce bir kavimiz. Sizin ne şehirleriniz var ne de servetiniz: Bizim şehirlerimiz beşeriyet kovanları, kadırgalarımız da, üst üste üç sıra kürekli, dört sıra kürekli, envai çeşit emvali menkuleyle kürei arzın malum enginlerini yara yara dolaşır. Sizin zuhur ettiğiniz umumiye iptidaidir: Bizim ise bir edebiyatımız, bir diyanet teşkilatımız, kadim bir tarihimiz ve hükümet şeklimiz var. Siz aşiretinizin adı sanı belirsiz bir putuna taparsınız: Bizim muhteşem ve esrarengiz mabetlerimiz İsis ile Osiris’in, Horus ile Ammon Ra’nın meskenleridir. Kölelik, korku ve itibarsızlık sizde: Yıldırımlar ve ummanlar bizde. İsrael kudretsizdir, üstelik çocuklarının sayısı azdır. Size derler yersiz yurtsuz serseriler, gündelikçi ırgatlar: Bizim adımız anılınca dünya alemin ödü patlar.”
       Bunun üzerine Simon kapıya der ki:“Kendinden kabilen utanmalısın sen. Açıl, burada daha fazla duramam!”
       “Kendini sana açan bu şatoydu, ben değil. Açılmayacağım sen geberene dek, istesem de açılamam zaten, çünkü buraya giriş var, çıkış yok. Sense çok açıldın, bedelini ödeyeceksin! Bense sadece basit bir çıkış kapısıyım.”
       ***

       “Hasan Bey? Kasap Hasan?”
       “Evet buyur gardaşcığım, çok güzel ciğerciğim var, taze taze, hemenda bazladım guzuyu.”
       “Dergideki bir yazıdan hareketle burasını kasaphaneden köpek mezbahasına çevirdiğinizi ortaya çıkardık. Kendinizden kabilen utanmalısınız. Halka köpek eti ve çeşitli köpek organları, kelle dahil, satıyor olabileceğinizden, buyrun merkeze.”
       ***

       Kasap Hasan. Sabit bir ikametgahı yok. Gayri kanuni şekilde tarassut ve tacizde bulunmakta. İşte mevzubahis köpek. Adını bilmediği bir adam vermiş bu köpeği ona. Suçlunun serbest bırakılmasına karar verilmiştir, zira masum bir insanın nahak yere mahkum edilmesi makbul değildir.
       ***

       Öykü burada bitiyor. Buna paralel olarak yazı da tabiatı gereği bitmek durumunda kalıyor; öyle havada asılı başaşşaalık kompleksinin şaşkınlıkla valsi arada sırada yaşanması gereken bir duygudur mesajını kusmayı da ihmal etmiyor.
       ***

       -Bu yazının basıldığını görecek kadar uzun yaşa sevgilim. Ne kadar da mutluyduk eskiden değil mi sevgilim…ölme…
       -Ölme eşşeğim ölme…Bu yazı benim değil sevgilim, ben sadece öykünün sonunda ölen sevgiliyim.
       -Sen gene de ölme.
       -Ölmek durumundayım sevgilim, yoksa öykü bitmez.
       -Şu ölümlü dünyada bir sonu olan öyküler anlatmanın mantığı ne ola ki hain anlatıcı?! Ne ola ki bre beceriksiz yazar, bu hain öyküleri neşretmenin kanatları budanıklığa yazgılı mantığı, hayal gücünün sonu hayal edilemeyen dünyasında kanatsız uçurmak varken anlatıcıyı?! Ne ola ki şu ölümlü dünyada benim yazarı yargılamamın mantığı?!

 

Öyküden bir bilet : gidiş-dönüş