Simon
Bolivar’ın şuuru yerindeymiş ve şuurunda gezinen
bir düşünce varmış. O düşünce şuymuş:
“Bir yerde fikir, vicdan, ve ifade hürriyetinin olmaması o yerde
ters giden bir şeyler olduğunun göstergesidir. Meşur
tır şoförü Murphy der ki: Bir şeyin ters gitme olasılığı
varsa, o şey ters gider. Eğer bir yerde fikir, vicdan ve ifade
hürriyeti engelleniyorsa demek ki o yerin başındakilerin saklamaya
çalıştıkları birtakım şeyler vardır.”
Aklındaki bu düşünceyle ortalıkta beyin kanaması
ve kalp krizini aynı anda geçire geçire dolanan Simon Bolivar bahçesinde
pembe pembe güller olan bir şato görmüş. Ne işi varmış
ki bu şatonun Lefkoşa’da?! Bu şatonun Lefkoşa’daki
işi aleme ibret olmakmış sevgili sanatseverler. Simon
Bolivar’da merak uyandıran bu esrarengiz şato, gene Simon
Bolivar’da önüne geçilmez bir hayret, bir de korku ve acıma duygularını
provoke etmiş. Simon Bolivar diğer iki duyguya rağmen
özellikle bu merağa direnemeyeceğini anlayınca şatonun
kapısını çalıp, şatoya Lefkoşa’da ne işi
olduğunu sormaya karar vermiş. Temkini elden bırakmayarak
şatoya doğru yönelen Simon Bolivar çok geçmeden bahçe kapısındaki
“Dikkat Köpek Var!” yazısını kaale alması gerektiğini
idrak edecektir. Kapıya iki kere vuran, tak-tak, Simon Bolivar
kelimelerin diziliş sırasının, kendi karakteri hakkında
biz okuyuculara ne denli çok bilgi verdiğini biliyordu elbet. Düşünelimdi
biz; Simon Bolivar’ın karakteri hakkında en ufak bir bilgi
verilmemesine rağmen yazar tarafından, biz okuyucular Simon
Bolivar hakkında hiç de azımsanamayacak ölçüde fikir ve renk
renk hisler sahibi olabilmiştik. Herneyseydi, kapının
açılmadığını gören Simon Bolivar iki kere daha,
tak-tok, vurdu kapıya. Hav, hav, hav gelen gri bir köpek, ki köpeğin
rengi her öyküde olduğu gibi bu öyküde de kurgu açısından
önemsizdir, Simon Bolivar’ın bacağını ısırmazdan
evvel öyle melün melün baktı Simon Bolivar’ın suratına.
Bu bakışı hayra yormayan Simon Bolivar, köpeğin
bakışını “ne var?” sualiyle eşdeğer bir
bakış olarak yorumladı ve “heh, heh” diye gülmekle büyük
bir hata yaptığını anlaması için köpeğin
saldırısına uğraması gerekti. Anlamak için
muhakkak suretle bir bedel ödemek gerekirdi demek ki. We were bleeding,
we are bleeding, we will bleed, he still bleeds diye kanlar akmaya başladı
Simon Bolivar’ın köpek ısırıklarıyla kanayan
vücüdünun çeşitli kısımlarından, özellikle de bel
altı falan…
Simon, köpeği tuttuğu
gibi, artık şatoyu falan da umursamıyordu, en yakın
dostlarından biri olan Kasap Hasan’a götürdü. Köpeği gören
Kasap Hasan şunu söyledi: “Vay! Simon, avdaydın ha?!”
“Yok yahu sen da, ne avı?”
dedi Simon, “bu it bana saldırıp her yerimi ganatdı,
aşk ganadım Lefgoşa misali, dikenni teller vardı
sanki annımda İsa misali, al bu iti kes, doğra, akşama
kebap yapalım, yarın da ‘kelleyi goydum fırına’
şarkısını söylerik.”
“Hah, hah, hah!” güldü Kasap
Hasan; bayılmıştı bu işe, “Hah, hah, hah!”
Köpeği Kasap Hasan’ın
dükkanda bıraktıktan sonra, kendisini neredeyse keyfinden
delirecekmiş gibi hissetti Simon Bolivar. O böyle hissetmesindi
de kim hissetsindi. Şato’nun aslında o kadar da önemli
olmadığını düşünmek gafletine düşen Simon
Bolivar, elbette ki bunun da bedelini akıl almaz ruhsal ve fiziksel
acılarla boğuşmak zorunda kalarak ödeyecekti. Mesela,
belki de, kendini bir fareye dönüşmüş sanacak ve ikinci kez
evlenecek karı bulamamaktan çok korkacaktı. Tüm bunların
şimdilik farkında olmayan Simon, neşe içerisinde devam
ediyordu ki yürüyüşüne, birden bire masallarda duyulan o seslerden
birini duydu: Guguk, guguk, guguk; “hassiktir!” diye bağırdı
Simon, zira bu seslerin kaynağı şatoydu. Bir
başka deyişle şato guguk, guguk, gugukh diye sesler çıkarıyor
ve Simon’u da “hassiktir, hassiktir” diye bağırta bağırta
kendine doğru koşturtuyordu; şut ve gol temasıyla
örülmüş hayatının kıyısındaydı Simon.
Tak-tak-tak-tok diye dört
defa çaldı Simon üzerinde “GİRİŞ KAPISI” yazan kapıyı.
“Kim o?” dedi kapı.
“Ben Simon Bolivar” dedi Simon,
“Simon Bolivar’ın Lefkoşa Sokaklarındaki Hazin Öyküsü
ve Esrarengiz Bir Şato Kapısı Arasında Geçenler
adlı yazının baş kahramanı.”
Simon’un bu yanıtı
üzerine öykünün ilerleyebilmesi ve okurların isyan etmemesi için
açılması gerektiğini anlayan kapı… bu noktada Ulysses’in
gümüşi ekranından bir alıntı yapmak durumundaydı,
bir çift tebessüm etti, “Pekala, o halde kendin de inanmadığına
göre bu yazının doğruluğuna, karşılığında
para istemen abes. Dowden, Hamlet’te esrarlı bir şeyler olduğu
kanaatindeyse de daha fazla bir şey söylemiyor” dedi, “bu
da demek oluyor ki?! Buyur geç içeri… gaaarç, gırç.”
“Kapı, kapı
çok sağol güzel kapı” dedi Simon ve içeri girdi.
Kapı Simon’a bir sigara
uzattı, bir de kendisi aldı. Simon hemen bir kibrit
bulup sigaraları sırayla yaktı.
“Tenk yu veri maç”
dedi kapı ve devam etti, “siz Yahudiler neden bizim kültürümüzü,
bizim dinimizi ve bizim lisanımızı kabul etmezsiniz?
Sizler göçebe çobanlarsınız: Biz ise yüce bir kavimiz. Sizin
ne şehirleriniz var ne de servetiniz: Bizim şehirlerimiz beşeriyet
kovanları, kadırgalarımız da, üst üste üç sıra
kürekli, dört sıra kürekli, envai çeşit emvali menkuleyle
kürei arzın malum enginlerini yara yara dolaşır. Sizin
zuhur ettiğiniz umumiye iptidaidir: Bizim ise bir edebiyatımız,
bir diyanet teşkilatımız, kadim bir tarihimiz ve hükümet
şeklimiz var. Siz aşiretinizin adı sanı belirsiz
bir putuna taparsınız: Bizim muhteşem ve esrarengiz mabetlerimiz
İsis ile Osiris’in, Horus ile Ammon Ra’nın meskenleridir.
Kölelik, korku ve itibarsızlık sizde: Yıldırımlar
ve ummanlar bizde. İsrael kudretsizdir, üstelik çocuklarının
sayısı azdır. Size derler yersiz yurtsuz serseriler,
gündelikçi ırgatlar: Bizim adımız anılınca
dünya alemin ödü patlar.”
Bunun üzerine Simon kapıya
der ki:“Kendinden kabilen utanmalısın sen. Açıl, burada
daha fazla duramam!”
“Kendini sana açan bu şatoydu,
ben değil. Açılmayacağım sen geberene dek, istesem
de açılamam zaten, çünkü buraya giriş var, çıkış
yok. Sense çok açıldın, bedelini ödeyeceksin! Bense sadece
basit bir çıkış kapısıyım.”
***
“Hasan Bey? Kasap Hasan?”
“Evet buyur gardaşcığım,
çok güzel ciğerciğim var, taze taze, hemenda bazladım
guzuyu.”
“Dergideki bir yazıdan
hareketle burasını kasaphaneden köpek mezbahasına çevirdiğinizi
ortaya çıkardık. Kendinizden kabilen utanmalısınız.
Halka köpek eti ve çeşitli köpek organları, kelle dahil, satıyor
olabileceğinizden, buyrun merkeze.”
***
Kasap Hasan. Sabit bir ikametgahı
yok. Gayri kanuni şekilde tarassut ve tacizde bulunmakta. İşte
mevzubahis köpek. Adını bilmediği bir adam vermiş
bu köpeği ona. Suçlunun serbest bırakılmasına karar
verilmiştir, zira masum bir insanın nahak yere mahkum edilmesi
makbul değildir.
***
Öykü burada bitiyor. Buna paralel
olarak yazı da tabiatı gereği bitmek durumunda kalıyor;
öyle havada asılı başaşşaalık kompleksinin
şaşkınlıkla valsi arada sırada yaşanması
gereken bir duygudur mesajını kusmayı da ihmal etmiyor.
***
-Bu yazının basıldığını
görecek kadar uzun yaşa sevgilim. Ne kadar da mutluyduk eskiden
değil mi sevgilim…ölme…
-Ölme eşşeğim
ölme…Bu yazı benim değil sevgilim, ben sadece öykünün sonunda
ölen sevgiliyim.
-Sen gene de ölme.
-Ölmek durumundayım sevgilim,
yoksa öykü bitmez.
-Şu ölümlü dünyada bir
sonu olan öyküler anlatmanın mantığı ne ola ki hain
anlatıcı?! Ne ola ki bre beceriksiz yazar, bu hain öyküleri
neşretmenin kanatları budanıklığa yazgılı
mantığı, hayal gücünün sonu hayal edilemeyen dünyasında
kanatsız uçurmak varken anlatıcıyı?! Ne ola ki şu
ölümlü dünyada benim yazarı yargılamamın mantığı?!